17 Aralık 2010 Cuma

1 mayıs 2007

"maç sahada kazanılır!"
taksim 1 mayıs meydanı dövüşe dövüşe kazanıldı, işte belgesi...

15 Ekim 2010 Cuma

BİR DAĞ MASALI


BİR DAĞ MASALI


Baktığı gökyüzünde yıldızlar bir senfoni yapıyorlardı adeta. O kadar çok ve muhteşemdiler ki, şaşkın kalmış ve gökyüzünden alamıyordu kendini. Bir yerden başlamalıydı, kendisi için, insanlık için bir yerden başlamalıydı. Bu kadar yıldız, bu kadar gökyüzü birilerine anlatılmalı, gösterilmeli hatta belletilmeliydi. Çünkü umudun bu kadar yerlerde dolaştığı bu dönemde, bu yıldızlar yol gösterir, umut olur, kör yüreklere diye düşünüyordu.
Bu yıldızları, bu gökyüzünü gören gözler umudunu yitirir mi hiç? Şu koskoca kâinatın ortasında yeter ki sen parla, mutlaka bir gören olur. Biz nasıl ki bu yıldızları görüyoruz, Samanyolu’nu, Kutup Yıldız’ını, Takım Adaları’nı yani cümle âlemini görüyoruz ya. İçinden geçen ve bağırmak istediği; “biz sizi görüyoruz, ya siz bizleri, hatta beni görüyor musunuz?” ‘Evet, beni,’ diye düşündü, iki bin beş yüz metrede kurulan bir kampta kırk kişiden birisiydi ama kendini farklı görüyordu.
Buraya önceden de gelmişti ama yıldızlarla bu kadar hiç ilgilenmemişti. Belki de hava dumanlı olduğu için yıldızları bu kadar açık saçık hiç görmemişti. Uzandığı yerde hafif ürperse de soğuktan, yine de gözünü alamıyordu yıldızlardan. Onlar da beni görüyor mu düşüncesine takılmıştı. Onların binlerce yıl uzaktan geldiklerini biliyordu. ‘Peki, biz yani ben milyonlarca yıl öteye ışık saçıyor muyuz-m?’ diye düşünüyordu. “Hayatta yıldız olmak lazım,” dedi, kendi kendine. Sesli düşünmüştü. Böyle düşündüğü için birden irkildi. “yıldız olmak gerek” düşüncesi onu biraz acıtmıştı. Acaba içinde bir yerlerinde saklı bir “meşhur olma” düşüncesi mi vardı? Böyle olabilir miydi? Kendinden, kimi zaman şüphe duymuştu ama o kadar da değil. Bakılan, dinlenen birisi, hep göz önünde olmak mı istiyordu? Yani popüler olacaktı, takip edilecekti, o bir ikon olacaktı. Sadece “düşünce” olarak bile korkunçtu. Titredi ve bütün bu düşüncelerin şaşkınlığıyla, “Aklımdan neler geçiyor?” dedi. “Ben bunları istemiyorum ki. Her bir insan gibi yıldız olmaktı derdim. Yani popüler bir “yıldız” olmak değil ki derdim. Şimdilerde herkesin istediği gibi bakılan görülen hep konuşulan olmak değil derdim,” diye kendi kendini telkin etmeye çalıştı. Derin düşüncelere dalıp söyleniyordu, aslında bir yıldız olmak zorunda insan, her insan bir mucize değil miydi? İnsan seçilmiş değil mi? Binlerce sperm içinde başarıyı sağlayan değil mi? İyi de her insan, insan mı oluyor? İçinden çıkılmaz bir durumdaydı ve noktayı koydu: “Yıldız olmak lazım!” dedi ve bütün bu düşüncelere son verdi.
“Ne dedin anlamadım?” diye bir ses duydu. Yanından gelmişti ses. Bu sesin sahibi fiziği ile dikkatleri üstüne çeken ve kampın “yıldız”ıydı. Ne zaman yanına oturmuş ve onunla birlikte yıldızları seyrediyordu, hiç fark etmedi. Kendini toparladığında kokusunun güzelliğini fark etti ve ancak; “yıldızları saymak lazım” diyebildi. Gülümsedi güzel Ayça ve “Hangi birini sayacaksın, o kadar çok ki. Bence ömrümüz yetmez… Ama seni bu işte yalnız bırakmak istemem…”
Binlerce düşünce aklında yuvarlanıyordu. Kampın en güzel hatunuydu yanındaki ve ona bir imada bulunmuştu. Arkadaşlarıyla aralarında yapılan seçimde -ki üç arkadaş, üç sap da denebilir- kampın güzeli olarak onu seçmişlerdi. İçlerinde en yakışıklı olansa, hemen tasarrufunu yapmış, “Kimse heveslenmesin beyler, ben varken bu güzel hatunun size bakacağını aklınızdan bile geçirmeniz komik olur.” demişti. Hak verdiler doğal olarak ve zaten kendisi bu konularda pek aktif değildi. Yani böyle turlarda yaşanan şeylerin zorlama olduğunu düşünürdü. Yani anlamsız gelirdi, böyle yerlerde cilveleşmeler. Ayça: “Daldın yine, ne oldu?” diye uyardı onu. “Şey, yok bir şey…” dedi ve Ayça “Öyle olsun” derken iyice sokuldu, Dağlar’a. “Biraz üşüdüm de, sakıncası yoktur umarım?” diye sordu. Kekelemeden cevap vermeye çalışsa da, Ayça heyecanını anladı ve hemen konuyu dönüştürme çabasıyla: “Haydi başlayalım yıldızları saymaya…” Dağlar sanki bunu bekliyormuş gibi hemen atıldı:
“Haklısın hemen başlayalım saymaya…”
Dağlar Ayça’nın yıldızları sayma işini ciddiye almasına çok sevinmişti. Düşünsenize yıllardır düşündüğü ve çevresindeki herkese söylediği bir projeydi: “yıldızları saymak” Evet, bir proje sayılır onun açısından, hep kafasını meşgul eden bir proje. İmkânsız değildi onun için, yıldızları saymak. Bir yerinden başlamalıydı saymaya, en azından bir kısmı sayılırdı. ‘Hepsini sayamasak bile, bir kısmını sayardık,’ diye düşünüyordu. Ama bu projesini kime söylese hep ona gülüyorlardı. Kimse onu ciddiye almıyordu. “Ulan oğlum işin gücün yok kafa buluyorsun bizimle!” diyorlardı. Kadınlarsa, “kadınları kandırma yöntemi herhalde” deyip, “ben varım” diyor ve sayma numarası yapıyorlardı. “Aaa bak şu yıldız çok güzel” deyip, Dağlar’ın üstüne atlıyorlardı. Anlayacağınız kimse onun “yıldız sayma” projesini ciddiye almıyordu. Hatta bazıları; “oğlum eşeğin kuyruğundaki kılları sayarız daha kolay, hem aynı şey demiş ya Hoca!” diye espri yapıyorlardı. Ki bunlar en çekilmezleriydi. Neyse bunları bir yana bırakabilir artık. Çünkü gerçekten onunla birlikte yıldızları saymak isteyen biri vardı. ‘Gerçekten öyle mi, bana şaka yapmadı ya da diğerleri gibi geçiştirmedi beni değil mi?’ diye düşünmeye başladı. Bütün bu düşüncelerin aklından uçması için; “evet hemen başlayalım yıldızları saymaya…”
Ayça çaresiz ama heyecanlı bir sesle: “Nereden başlayalım, o kadar çoklar ve o kadar güzeller ki…” dedi.  Dağlar hazırlıklıydı, çok önceden bu anı kurguladığından. Hemen cebinden bir çerçeve çıkardı, yani bir dörtgen, “bir yıldız sayar,” dedi. Gökyüzüne tuttuğu yıldız sayara, Ayça hayranlıkla bakıyordu. “Şimdi bu kerterizimiz olacak, yani sabitleyicimiz. Bunun merkezine bir parlak yıldız alacağız ve onun etrafındakileri saymaya başlayacağız.” Ayça şaşkınlıkla; “sen bu işe epey kafa yormuşsun anlaşılan.” Birden Dağlar’ın eli ayağı boşaldı. “Yoksa ciddi değil miydin, yıldızları sayma konusunda?” Terlemeye başlamış, dili damağı kurumaya başlamıştı. “Hemen alınıyorsun, ben öyle bir şey demedim. Tabii ki yıldızları saymak istiyorum, seninle!” dedi Ayça. Seninle, kelimesine öyle bastırmıştı ki. Niyetinin ne olduğu ortaya çıkıyordu. Meselenin yıldız saymak olmadığı, asıl olanın onunla vakit geçirmek olduğu aşikârdı. Dağlar anlamamış gibi yapmayı tercih etmişti, yine de; “Bir an yanlış anladım sanırım, çünkü yıldızları saymaya başlamamız gerek ve buna bir yerden ve bir an önce başlamamız gerek…”
Ayça, Dağlar’ın bu işi çok ciddiye aldığını fark etti o an. Aslında o, bir oyun olarak görüyordu yıldız saymayı. Hatta Dağlar’la olan hoşlaşmayı da bir oyun olarak görüyordu. Kamptaki hoş ve çekici bir tip olan Dağlar’la bu süreçte eğlenebilirdi. Severdi böyle oynaşmaları, hiç ciddi bir ilişki yaşamamıştı, yani ilk yaşadığını saymazsak. İlk aşkı, sevgilisi ona bir travma yaşatmıştı. Kendinden yaşça büyük ve evli olan o adamla, tutkulu bir aşk yaşamıştı. Evli ve çocuklarının olduğunu bildiği halde bu adama tutulmuş ve tam beş yılını ona vermişti. Aslında bu ilişkide çok mutluydu Ayça. Bütün kadınlar gibi onun da annelik libidosu tavan yapınca, adamı zorlamış ve “senden bir çocuk istiyorum” demişti. İşte ilişkiyi bitiren süreç böylece başlamıştı. Adam “kesinlikle böyle şey olmaz!” diyordu. Ayça “ben senin çocuğunu doğurmak istiyorum ve soyadını bile taşımak zorunda değil,” diyordu. Ayça, ısrarla ben bu süreci tek başıma göğüsleyeceğim dese de, ikna edemedi adamı. Korkmuştu adam ve bunu gören Ayça’nın tutkusu bir anda yok oldu, söndü gitti. Erkeklerin nasılda korkak olduklarını görmüştü, anlamıştı. “Gayri Meşru” çocuğa bile cesaretleri yoktu. Ayça bu ilişkiden sonra bütün erkeklere aynı yaklaşıyordu; erkekler bir oyuncak ve onlarla oynamak gerek. Evet, Ayça için, artık erkeklerle yaşanan her şey bir oyundu. O da oyunda eğlenmeye ve zevk almaya bakıyordu.
Dağlar çerçevenin ortasına parlak bir yıldız bulmuştu. “Bak bu parlak yıldız kerterizimiz olacak. Onun sayesinde yarın kaldığımız yerden devam edebiliriz.” dedi.  Ayça, “O zaman hemen saymaya başlayalım,” dedi ve başladı. “Bir, iki, üç…”
Dağlar o kadar heyecanlıydı ki, yıldızları saymaya gerçekten başlamıştı, buna inanamıyordu. Kalp atışlarının hızlanışına takıldı ve bu sırada çok eskiden dinlediği bir masal geldi aklına. Hoş hiç unutmazdı ama kimseye de anlatmazdı. Ninesi anlatmıştı. Böyle bol yıldızlı bir akşamdı, o günlerde sayı saymayı yeni öğrenmişti. Ninesine sormuştu, gökyüzünde kaç yıldız vardır, diye. Ninesi de yıldızların sayısını bilmem ama sayılamayacak kadar hayatları yansıttıklarını biliyorum, demişti. Dağlar bunun üzerine; nine ben saymaya başlasam yıldızları, dedi. İşte o zaman ninesi, sana bir masal anlatayım diyerek başlamıştı bu masalı anlatmaya. Dağlar birden Ayça’ya baktı ve dedi ki; “sen yıldızları sayarken sana bir masal anlatayım mı?” Ayça, “seni dinlerken ben yıldızları nasıl sayacağım, bana söyler misin? O zaman ben sana yardım edeyim de bir an önce bu akşamlık yıldız sayma işini bitirelim.”
Çerçevedeki bütün yıldızları saydılar. 3849 adet yıldız saymışlardı. “Yoruldun mu?” diye sordu Dağlar.  Ayça; “çok çabuk geçti sanki, ben bir şey anlamadım, saymaya devam edelim mi?”
“Tamam ama ben sana ninemin anlattığı masalı anlatayım daha sonra devam ederiz,” diye ısrar etti Dağlar. Ayça iyice sokulduğu Dağlar’ın yüzüne anlamlı bir bakıştan sonra, “Anlat o zaman seni dinliyorum,” dedi.
“Ninem ben yıldızları saymaya karar verdiğim akşam anlattı bu masalı bana. Sende ‘bu akşam’ dedin ya, ‘yıldızları sayalım.’ Bende o nedenle anlatıyorum bu masalı. Çok çok eskilerde bir çoban varmış. Çobanın adı yokmuş ya da varsa bile kimse bilmiyormuş. Çobanın kendisi de bilmiyormuş adını, anlayacağın. İşi koyunlara bakmakmış. Geceleri bile onların yanından ayrılmazmış. Onları en güzel otlaklara götürürmüş. Her gece otlaklarda, çayırlarda, koyunları ve köpeğiyle birlikte yalnız başına kalırmış. Koyunlarını o kadar çok severmiş ki onlara tek tek isim verir ve her gece onları sayar ve isimleriyle çağırırmış.”
“Havanın açık olduğu gecelerde en sevdiği şeyi yaparmış; yıldızları seyretmek. Gökyüzünü seyrederken hep aklından geçirirmiş; ‘benim bu koyunlarım gibi bu yıldızların da sayısını bir bilebilsem. Aslında sayabilirim bu yıldızları. Evet, evet nasıl ki koyunları sayıyorum her sabah her akşam, yıldızları da sayabilirim.’ Böyle düşünceleri aklından hep geçiyormuş ama bir türlü yıldızları saymaya başlamamış ya da başlayamamış. Yine günlerden bir gün, hava o kadar açıkmış ki, adeta parlıyormuş. İşte o akşam karar vermiş çoban bütün yıldızları saymaya. Bir yerden başlamalı bu işe, şu köşeden bu köşeden derken, bir türlü karar verememiş nereden başlayacağına. ‘Böyle kararsız kalırsam bu kadar yıldızla nasıl baş edeceğim?’ diye düşünürken, köşedeki çok parlak yıldız yanıp sönmeye başlamış. Şaşkınlıkla bakakalan çoban, gözlerini ovuşturmuş. ‘Göz yanılması olsa gerek,’ demiş. Ama parlak yıldız yanıp sönmeye devam ediyormuş. Çoban gördüklerinin gerçek olduğuna ikna olmuş ve tam o sırada, uzaktan ve derinden bir ses gelmiş; ‘hey çoban beni duyuyor musun?’ Çoban önce anlam verememiş bu sese ve ses tekrar etmiş aynı sözleri. Çoban çaresizce ‘evet’ diyebilmiş, ancak.  ‘Beni duyuyorsan, artık seninle konuşma zamanı gelmiş demektir.’ demiş, yanıp sönen yıldız.”
“Çoban bir şeyler söylemeye çalışsa da yıldız onu susturmuş ve anlatmaya başlamış;  ‘bak çoban uzun süredir bizi izliyorsun. Hep bizi saymak ve isim vermek geçiyor aklından. Ama bir türlü başlamaya cesaret edemedin. Biz de seni izliyorduk, bakalım ne yapacak diye. Sonunda bu akşam karar verdin bizleri saymaya. Sonsuz sayıda olan biz yıldızlar, işte senin bu çabanı takdirle karşılıyoruz. Bu nedenle diğer insanların bilmediği bir şeyi paylaşmak istiyoruz seninle.’ Çoban çok heyecanlanmış. Duydukları onu şok etmiştir ama yine de; ‘sizi dinliyorum’ demeyi başarmış. Yanıp sönen yıldız devam ediyor anlatmaya. ‘Biliyor musun çoban her insanın bir yıldızı vardır gökyüzünde. Yani dünyada ne kadar insan yaşamışsa gökyüzünde o kadar yıldız vardır. Her insanın bir yıldızı vardır ve o insan bunu bilse de bilmese de onun adıyla o yıldız anılır ve onun adına parıldar. İnsan ölüp dünyadan yok olsa bile onun yıldızı gökyüzünde parıldamaya devam eder.’ Çoban merakla sormuş; ‘peki kayan yıldızlar, ışığı sönen yıldızlar ne oluyor?’  ‘Bak çoban, insanların yıldızları ne zaman kaybolur ve kayar biliyor musun? Bir insan ne zaman unutulursa, adını hatırlayanlar kalmazsa ve insanlığın onu unutmaması için ortada bir sebep yoksa o yıldız da artık söner ve kayar.’ ‘Peki,’ demiş çoban, ‘ismini unuttuğumuz ama bu dünyada yaşayan insanların yıldızları da yok olup gidiyor mu?’ Yanıp sönen yıldız, ‘evet, aynen öyle çoban, bir insan yaptıkları ve yaşadıklarıyla var olur gökyüzünde yıldız olarak. Onlar unutulursa, onun yıldızı da sönüp gider. Senin yıldızın da benim çoban. Sen şanslısın, çoğu insan, kendi yıldızıyla değil sohbet etmeyi onu hiç tanıyamadan yok olup gider. Sen tanıştın benimle, benim adım çoban yıldızı yani seninle aynı adı taşıyoruz. Ama benim yani senin başka bir ismin daha var, o da Kutup Yıldızı. Bundan sonra bu ismi kullanmanı istiyorum ve şunu da unutma ki biz yani seninle ben yolunu kaybetmiş insanlara, kılavuz olacağız. Yollarını bulmak için hep bize bakacaklar. İnsanların umudu olacağız. Her şeyin bittiği zamanlarda bile yanarak insanlara yol göstereceğiz. Bunu unutma.’ dedikten sonra yanıp sönmeye son veren yıldız, öyle bir parlamış ki çoban ne yapacağını bilememiş. İşte o günden sonra, bak şu karşıda parlak gördüğün yıldızın adı Çoban Yıldızı yani Kutup Yıldızı olarak kalmış.”
Ayça yarı uykulu yarı huzur dolu bir ses çıkarmış ama ne söylediği anlaşılmamıştı. Dağlar, “Aslında ben de bu masalı dinlediğim günden beri kendi yıldızımı arıyorum, gökyüzünde. Ama benimle konuşan hiçbir yıldız olmadı. Hep kendi yıldızımın peşinde oldum. Yıldızları sayarken kendi yıldızımı bulurum diye düşünüyordum. Aslında, belki de yıldız olmak istiyordum. Ve ben gökyüzünde yerimi almak istiyordum. Her insan bir yıldızdır, biriciktir. Ben de bir yıldızım, belki şu yıldız belki bu. Mutlaka gökyüzündeki yıldızlardan biriyim.” Dağlar kendinden geçmişçesine konuşuyordu. Onun konuşmalarını bir ninni gibi dinleyen Ayça uyumuştu bile. O gece Dağlar yıldızını bulamamıştı belki ama hayatının kadınını bulmuştu. Ayça ile kamp süresince hiç ayrılmadılar. Kamptaki son geceyi aynı çadırda geçirdiler ve bir daha ayrılmamaya karar verdiler.
Daha sonra iki yıldızları dünyaya geldi. Biri erkek diğeri kızdı. Birinin adını Kuzey diğerini Yıldız koydular. Ama gökyüzündeki yıldızları saymayı hiç unutmadılar. Şimdi dünyanın bir yerinde çocuklarıyla birlikte yıldızları saymaya devam ediyorlar.
Çünkü biliyorlar ki; bunu birileri yapmak zorunda, mutlaka yapılmalı…


Haldun AÇIKSÖZLÜ
İstanbul-İzmir

Ağustos-Eylül 2010



19 Ağustos 2010 Perşembe

“DÜŞÜNÜYORUM ÖYLEYSE VARIM/VURUN!


“DÜŞÜNÜYORUM ÖYLEYSE VARIM/VURUN!
Bir gazetecinin ardından!
Uzun yıllar önceydi ve bende herkes gibi gençtim. Yani benimde gençlik yılarım vardı, diğer bir değişle hızlı zamanlarım. Bu hızlılığı her anlamda anlayabilirsiniz. Aşkın ve kavganın hızlılığının en caf caflı yıllarından bir olan, 1986 yılının sanırım bahar aylarıydı ve ben çiçeği burnunda bir üniversite de öğrencisiydim.
Solculuk ve siyaset yani devrimcilik 12 Eylül Faşizminden sonra yeniden ete kemiğe bürünüyordu, bizim kuşakla. Hacettepeli olmanın ayrıcalığıyla bu süreci belirleyen gençlerdendik, biz. Ankara da aydın hareketi birçok etkinliğe imza atıyordu. Bizlerde o günlerde; bu panel senin, o söyleşi benim, sineması ve tiyatrosuyla dolu dolu günler yaşıyorduk. Ayrıca, Sakarya akşamları birahanelerde yaşanan yoğun tartışmalarla mücadelenin seyri gittikçe hızlanıyordu. İşçilerde de yavaş yavaş yükselen bir eylemlilik vardı. ASELSAN direnişi, vizite ve sakal bırakmalar, işçi sınıfı hareketinin 12 Eylül’den çıkış günlerinin habercisi olarak görünüyordu.
Birde o dönemden çıkışı; yani kitapların tutsak edildiği edilemezse yakıldığı dönemden çıkışı belirleyen bir sergi ya da haftalar vardı ki, bizim için çok anlamlıydı. “Cumhuriyet Kitap Fuarı” olarak sanırım birçok büyük ilde kuruluyordu. 1986’nın bahar aylarında TÜRKİŞ sendikası genel merkezi altında bu fuarlardan biri düzenlenmişti. Söyleşi, panel ve dizi etkinliğin içinde yazarların “imza günleri” de vardı. İmza günleri çerçevesinde İlhan Selçuk kendi kitaplarını imzalayacaktı.
Bende ilk ve son defa bir yazara kitap imzalatmak için sıraya girecektim. O günden sonra bir daha kitap imzalatmak için sıraya girmedim, girmeyi de düşünmüyorum. Bu bir tercih, bu benim tarzım. Herkes benim gibi düşünmek ve yapmak zorunda değil. Ben yazarları kitaplarıyla tanımak istiyorum ve orada kalmalarını istiyorum. Olumlamaya bilirsiniz ama benim tarzım.
O gün; “düşünüyorum öyleyse vurun!” adlı kitabı elimde olan İlhan Selçuk’u bekliyordum. Kendisinden hoşlandığım kız arkadaşımın kitabını, onun için imzalatacaktım. Hoş bir sürpriz olacaktı ve olmayan ilişkimiz için iyi bir jest olur diye düşünüyordum. Kendi kitabını, yazarı tarafından imzalanmış bir şekilde verecek ve onu etkileyecektim. Genç bir insan olarak düşündüğünüzde akıllıca bir tutum olduğunu görebilirsiniz.
Sonuçta hoşlandığım kız için sırada bekliyordum ve sıra bana geldi, karşımda İlhan Selçuk vardı pardon İlhan Selçuk’un karşısında ben vardım ve çok heyecanlıydım. Elim ayağım titrerken çok net bir şekilde kitabımı uzattıktan sonra arkadaşımın ismini söyledim. O bana ismimi sordu. Bende afalladığım halde çaktırmamaya çalışarak, kızın ismini tekrar söyleyip, ona imzalayacaksınız dedim. Ancak, İlhan Selçuk ısrarla; “anladık onu, o hoşlandığın kızda, ben senin ismini merak ediyorum.” Dedi. Ben şaşkınla ismimi ve soyadımı söyledim; Haldun Açıksözlü… Demez mi bana; “ ah be evladım eğer soyadın gibi bir insansan, yani “Açıksözlü” bir insan olursan, bu ülkede başın hiç beladan kurtulmaz. Çünkü bu ülkede doğruları söylemek, “Açıksözlü” olmak, hep suç olmuştur.” Kafamı sallayarak cevap verdiğimi hayal meyal hatırlıyorum, sonuç itibarıyla nutkum tutulmuştu, doğal olarak. Ben şaşkınla imzalanmış kitabı elime aldım. O dönemde beni çok etkilenmiş bir yazarla, beş dakikalık süreç yaşamış olmam sanki bende bir sıçrama yarattı(nitel bir değişimde diyebilirsiniz). Bu olay beni birden bire birkaç yıl yaşamış hale getirdi. Öylesine etkilenmiş “yeni yetme devrimci” olarak hayata başka türlü bakmaya başlamıştım. Devrimci ya da aydın olmanın bu ülkede cezaevinden geçtiğini bilmenin ötesinde artık bu bilgiyi kesinleştirmiştim. İnsani bir bağ kurduğum bu gazeteci, geçenlerde hakkın rahmetine kavuştu yani öldü.
Hayatımda ilk ve son kez kitap imzalattığım; bu yazar, gazeteci öldüğünde ben ağlamadım. Kendimi sorguladım neden diye? Düşünün ki ben, Can Baba(Can Yücel) öldüğünde tam bir hafta evden çıkamadım, hastalandım, acım bana nefes aldırmadı. Sonuçta katlanamadım ölümüne “can baba”nın ölümüne.
Peki, İlhan Selçuk’a neden üzülmemiştim, neden gözyaşı dökmemiştim. Ölümünden üzülmeliydim sanırım, haydi üzülmedim bari hüzünlenseydim değil mi? Bunların hiçbiri olmadı. Sadece neden üzülmedim diye kendime kızdım. Nasıl bir insan olmuştum da; bu kadar yazılarını okuduğum gençlik yıllarımın en önemli bir yazın adamının ölümünden etkilenmemiştim. Bu bir değişim ve farklılaşmanın sonucuydu. Kendime kızdım ve tek tek her şeyi hatırlamaya başladım.

Değil mi ki bu yazar, yıllar önce başladığı yazın pratiğine soluksuz bir elli yıllık tarih yazmıştı. 12 Eylül Faşizminin ardından bir demokrasi ve insan hakları mücadelesi veren bir gazetenin başyazarıydı. İnsanlara işkence yapıldığını anlatan ve devrimcilerin yargısız infazlarla yok edildiğini belgeliyordu o gazete. Sonra Diyarbakır zindanlarındaki direnişi bize gösteriyordu. O dönemin sol gazetesiydi bizim için, hatta tek sol gazete. Kenan Evren’e rağmen anayasaya hayır diyeceğim diyen gazeteciydi o. Özal ve onun yandaşlarının pisliklerini bir bir ortaya seren bir gazete. Ben bunlara tanık olmuştum gençlik yıllarımda. Yani seksenli yıllar dediğimiz yıllar, o karabasan yıllarda; bir ışıktı o gazete ve o gazeteci.
Bir de geçmişini okuyorduk öğreniyorduk. Yön hareketinin içinde olduğunu, Doğan Avcıoğlu gibi bir araştırmacı bir devrimci ile birlikte hareket ettiğini biliyorduk. Başarısız bir “devrim” (darbe) deneyimini öğrenmiştik. 9 Mart girişimi dedikleri, BAAS partisi diyorlar hani. Asker aydın girişimciliğinde sosyalist(devletçi kapitalizm de diyebilirsiniz) bir model inşa etme çabası. Hoş bu model şimdi başka Müslüman ülkelerde uygulanmaktadır. Beğenmeseniz de antiemperyalist ve anti Amerikancı bir duruşları var.
Konuyu dağıtmadan yine o yazara gelelim; Kemalist yıllarımın en iyi devrimcisi, o olmuştur. Marksizm’le tanıştıktan sonra, azcık yavan azcık ulusalcı gelmeye başladı bana, belki eski tadı alamadığımı itiraf edemesem de bir yol ayrımına doğru gidiyordum hem yazarla hem de gazetesiyle. Aslında bu aydınların sosyalist devrimci olmadıklarını kavramaya başladığım yıllardı. Onların bir jakoben(tepeden inmeci) olduklarını ve babamın deyimiyle “halka rağmen halkçı” olduklarını öğreniyordum. Bu yıllar aynı zamanda benim Kemalizm ile de yollarımı ayırmaya başladığım yıllardı. Öğrenmeye ve bilgiye olan açlığımız, her şeye acilen sarılmamızı gerektiriyordu. Onun ve Uğur Mumcu’nun panelleri konuşmaları, söyleşileri 85 ve 86 yıllarında ulaşabildiğimiz çok az aydından bir kaçıydı. Binlerce kitapları yakılmış nesillerdik biz. Bilimden, felsefeden uzak tutulmaya çalışılmış âdete hücreleştirilmiş bir ülkenin insanları olarak yaşıyorduk. Harçlıklardan alınabilen sadece ansiklopedilerdi. Fasikül fasikül ansiklopedi topluyorduk(hoş bu katkıların bizim solcu aydınlara gittiğini öğrendiğimde diyalektiğin nasıl bir zorunluluk olduğunu anlamıştım ki, bu mutlu etmişti bizi. Düşünsenize evinize alabildiğiniz tek okumalar bu fasiküller ve onları da bizim sosyalistler yazıyor. Ansiklopediler coğrafya, hayvanlar ve fosiller üzerine de olsa bu çok güzel bir dayanışma…)
O dönemde, o gazeteci ve onun gazetesi çok önemliydi. 87 yılı ve sonrasında; yeni yayınların çıkmaya başlaması, bizim kaynaklarımızı çoğaltmıştı. Bu kaynaklar, olaylara ve olgulara farklı bakış açıları sağladı. O dönemde, Kürtlerin başlattığı isyan ya da özgürlük ateşi beni de etkiliyordu. Bir Üniversite öğrencisi olarak arkadaşlarımızın dağa gidişine tanık olmak kolay bir süreç değildi. Bu süreçte o gazeteci ve gazete Kürt devrimcilerine saldırıyordu ki bu bana kabul edilir gelmiyordu. Ama yinede günlük okuduğumuz gazete aynıydı ve değiştirmemiştik. Bu süreçlerde TC’nin de emperyalist olduğunu ve bunu Kıbrıs’a ve Kürdistan’a bakarak anlamaya başlamıştık. Aslında bunu görmekte geç kalmış bir sol aydınlanmanın çocukları olduğumuzu inkâr etmememiz gerektiğini düşünüyorum.
Yolarımız gittikçe ayrışıyordu, o yazarla ve onun gibi düşünenlerle. Aslında onların bizim anladığımız anlamda sosyalist olmadıklarını, enternasyonalizmden bi haber olduklarını kavramaya başlamıştım. Nasyonal Sosyalist olan bu yazarlar(Almancı olduklarından değil bu belirleme, bizzat kendilerinin önermelerinden ve Baasçı politikalara bakarsak daha iyi anlaşılıyor bu durum.) Kürt gerçekliğinde ilk sınavı kaybetmişlerdi, benim açımdan. Araya birçok düşünsel farklılıklar girmeye başladı. Bu çelişkiler gittikçe büyüyor ve yol ayrımı kaçınılmaz oluyordu.
Daha sonraki yıllara geldiğimizde yani duvarların yıkıldığı Sovyetlerin çöküşü ile “Bağımsız Türk Devletler”inin açığa çıkmasıyla birlikte o yazarın kaleme aldığı yazı tamamen yollarımızı ayırdı. O yazıda Pantürkizm övülüyordu ve şimdi Pantürkizm zamanıdır diyordu yazar. Türkîli Cumhuriyetler bizi bekliyor diyordu. Biliyorsunuz bu düşünce doksanlı yıların ortalarına kadar sürdü ve daha çok bu düşünceyi hayata geçirmeye çalışanlar ülkücüler oldu. Hatta Özer Çiller Çetesinin Başarsız darbe girişimleri ve Susurlukta patlayan bir sürü çirkin ilişki. Bunları hatırlayınca, o yazarın nasılda bize solcu diye yutturulduğunu ya da bizim yuttuğumuzu anlamakta zorlanıyorum. O yazıdan sonra artık, o gazeteyi almayı da bıraktım, elime geçtiğinde okuyordum ama para verip almıyordum.
Baksanıza Kemalizm’le en büyük hesaplaşmayı yapmış hoca(Yalçın Küçük) nerelere savruldu. Hoca bize; sosyalistlerde iktidar hırsı yok derdi, kendide “sosyalist iktidar” geleneğinden geldiğinden bunu ikide bir söylerdi. Meğerse ne olursa olsun(Makyavelizm oluyor bu), katil askerler, işkencecilerle, paşa hazretleriyle bir iktidar. İşte bu sınıftan ve ezilenlerden kaçış anlamına geliyor ki, bizim buna nefesimiz ve soluğumuz yetmiyor. Çünkü biz halka ve işçilere rağmen halkçılık olmaz diyenlerdeniz.
Konuyu yine yazara getirelim. Son dönemde işkencecisiyle barışan bir yazar, aydın olarak da tarihe geçmiştir. İktidar hırsı sanırım böyle bir durum.
93 Ocak ayında Uğur Mumcu öldürüldüğünde binlerce insan sokaklara döküldüğünde, ben çıkmayanlardandım. Çünkü biz devrimcilerin turnusolü olan “Kürdistan Sorunu”nda hem Uğur Mumcu hem de gazetesi ırkçı ve şoven kalmıştı. Hele ki katliamın Kürtlere yazılmaya çalışılması da ayrı bir çapsızlıktı. 93 yılı felaketler yılı olarak geçer ki bu konulara pek girmek istemiyorum. Sanırım “özer-çiller çetesi”nin en çok çalıştığı yıl olarak tarihe geçti 1993. Sonraki yargısız infazları, faili meçhulleri saymazsak. 90’lı yılların sonlarına doğru artan devlet terörü ve sürekli bir şeriat geliyor, korkusu. İran olmayalım sendromu, insanların yönünü başka bir yere götürmeye çalıştı o gazeteci ve gazetesi. Birinci cumhuriyete sahip çıkıyoruz derken, statükoya sahip çıkmaları ve artık gazeteci, gazetesiyle birlikte net olarak bir “Sol Türkçülük” yapmaya başlamışlardı. Bu durumda aramızdaki açı uzlaşmaz hale geldi.
Şeriata karşı olmayı, devrimcilik ve solculuk olarak algılayan bu zihniyet; faşistlerle ve TC’nin en geri unsurlarıyla iş birliği yapmaya başlamışdı. Kemalizm içinden doğmuş bir “sol”un dönüp dolaşıp kendini Kemalizm’in içinden çıkamaz hale getirmesidir gördüğümüz aslında. (Beklide uzun bir araştırma konusu olabilir bu durum.) Bu da Kemalizm’in başarısıdır ki; bunu sadece sol da değil, sağın bütün yelpazelerinde de görebiliriz. Uzun soluklu bir yazı konusu olan bu süreç bir kez daha bize göstermiştir ki; Anadolu Sosyalistleri için “Kürt Özgürlük Mücadelesi” bir turnusol olmuştur. Mihenk taşıdır dünya ölçeğinde. Sömürgeci TC’yi görmek ve anlamak gerekir. Burada çıkan sonuç budur. Ezen ulusun sosyalistleri koşulsuz şartsız ezilen ulusun devrimcilerine, önderliğine saygı duymak durumundadır. Ezilen ulusun milliyetçiliğini pozitif ayrımcılıkla tölarize etmelidir.
Sanırım yazının konusunu aşıyoruz, bu yakıcı konu gündemimizde durmaya devam ediyor ama yazarın ardından yazmaya devam edelim. Evet o yazarın dediği gibi doğruları söylediğim için hiç başım beladan kurtulmadı. Bu ülkede işlenen bütün düşünce suçlarını işledim. Eski 8/1 den ceza yedim. 312. maddeden ve 159. maddeden de yedim cezalarımı bunlardan dolayı kısa süreli cezaevi ziyaretlerimizde oldu. Bugünlerde ülkemize A-K-P demokrasisi olduğu için oynadığım bir oyundan dolayı yargılanmaya devam ediyorum. Biliyorsunuz düşünmek suç değil ama düşündüğünü söylemek suç, hala. Bilenler bilir “Laz Marks” oyunundan dolayı halen yargılanıyoruz. Rize de açılan dava sürüyor “başbakana hakaret davası”. Bu davaya şimdilerde Amasya’dan yenisi eklenmek üzere, soruşturma aşamasında devam ediyor.
Yani İlhan Selçuk gibi “Ergenekon”dan yargılanmadık ama halen Açıksözlü olduğumuz için başımız beladan, mahkemeden soruşturmadan kurtulmuyor. Çünkü biz bu ülkede halen ezilenlerden, işçilerden yana sanat yapamaya devam ediyoruz. Bilirsiniz fiziğin kuralıdır hareket eden nesneler bir yerlere çarpar.
Yolarımız ayrılmış olsa da o gazeteciye, gazetesine yolları açık olsun ve İlhan Selçuk’a rahmet sevenlerine baş sağlığı dileyelim.

Haldun AÇIKSÖZLÜ
Temmuz 2010

14 Ağustos 2010 Cumartesi

öykü; AŞKIN GÖZLERİ/ DAĞLARA


AŞKIN GÖZLERİ/ DAĞLARA
Çok içmiş olmanın, güzelliklerin ve yüksekliğin sonunda, dorukların eteğinde hüzün ve mutluluk kaplayan yüreğini yatırmıştı. Karma karışıktı kalbi ve beyni. Aklın alamadığı diyarlarda zirve için bir araya gelmişti bu insanlarla. Aslında dağcı sayılmazdı kendisi ve zirve tutkusu sadece yitik aşkının peşine düşmek olarak geliyordu ona. Bütün bu düşüncelerle uyudu, daldı. Soğuk, yükseklerin çisesi ve ıslaklığı uykuyla kaybolmuştu.
“Dağların eteklerinde bol bol çiçekler olur derlerdi de inanmazdım, şimdi yattığım yeri görseler ne kadar şaşırırlardı kim bilir.” Çiçek cümbüşü âdete sarhoş etmişti, bir esrikliği yaşıyordu. Mavi, kırmızı, sarı, mor, yeşil ve bilmediği binlerce renkten oluşan çiçeklerin cümbüşü içerisinde kendinden geçmişti. Güneşin yüzünü ısıttığını hatta yaktığını hissettiğinde gülümsemeye başladı. Bütün kemikleri ısınsın diye sırt üstü dönmek istedi ama dönemedi. Sanki onu tutan bir şeyler vardı, güneş ve renk cümbüşü öyle güzeldiler ki bırakamıyordu. Bakmak, bakmak doyumsuz bir aşka dönüşmüştü sanki güneşin yakıcı sıcaklığının altında.
Çocukça eğlendiği çayırda, birden durdu. Birisi ona bakıyordu sanki. Sessizce bekledi, adeta nefes almadan kimin ya da neyin ona baktığını görmeye çalıştı. Bu çayırlıkta saklanacak bir yerde yoktu ama bakanı bulamadı. Sonrada çok da önemsemedi, çiçeklerin kokusu, güneşin ısısı, renklerin cümbüşü içerisinde kendinden geçmeye, dans etmeye belki de ayine devam etti. Bir ara güneşin önüne bulutların geçtiğini fark ettiğinde, bir an ürperti sardı içini, üşümekti bu. Güneşe bakmaya çalıştığında orada bir çift göz gördü. Öyle sıcaktı ki bakışları, ama dumanlar olmasa. Dumanlar engel oluyordu o güzel bakışlara…
Ürperti ve üşümeyle uyandı. Çadırdaydı yanındakilerle birlikte, soğuğu, çiseyi ve ıslaklığı değerlendirdiler. Kamp koşullarının zorlukları içinde, acabalar oluşmaya başlamıştı insanlarda. Bir kısmı gün doğduğunda halen böyleyse havalar, biz döneceğiz diyorlardı. Onunla çıkan çok eski dostu ben seninleyim diyordu. Zirve için kırk kişiyle yola çıkmışlardı ama daha ilk etapta dört kişi geri dönmüştü. Soğuk, ıslak ve gevezeliklerin arasında birden gözleri aradı. Bal rengi gözler, onu bir güneş gibi yakan gözler. Onlar neredeydi acaba. Gördüğü rüyadaki gözlerin kamptakilerden birinde olduğunu hatırladı. Gerçekte o gözler vardı diye düşündü ve aniden kalktı, çadırdan kendini dışarı attı. Kamp ateşi yanıyordu ve etrafında insanlar, şarap içip şarkılar söylüyorlardı. Hızla onların yanına gitti ve “bal rengi gözler”i, nereden aklına geldi böyle isimlendirmek bilmiyordu ama içini yakan o gözler olsa olsa bal rengi olurdu diye düşünmüştü ve artık aradığı o gözler onun için “bal gözlü” olmuştu.? O gözleri arıyordu ama maalesef bulamadı ateşin başında. Çaresizleşti, umutsuzluğa kapıldı. Yoksa sadece rüyada mı görmüştü gözleri, bu karmaşıklık içinde şarap içenlere katıldı. Çok eskilerden söylüyorlardı insanlar; “dönülmez akşamın ufkundayız…” diye başlayan şarkı, daha da sıkmıştı boğazını, yüreğini…
İçti, içti, içti… Sonunda gözlerden umudu kesmiş olarak çadıra, soğuğa, ıslaklığa ve gevezeliklere geri döndü. Tek umudu ve sabahın erken olmasındaydı.
Gün ağardığında, çise ve duman yerli yerinde duruyordu. Biraz açılır gibi olsa da bulutlar etrafı kaplamıştı. Soğukla birleşen ıslaklık dayanılmaz hal almıştı. İnsanlar kahvaltılarını yaparken; koşullar dayanılmaz en iyisi geri dönelim, bu şartlarda zirveye çıkamayız, yeterli donanımımız yok, mevsim normallerinin altında bir sıcaklık var, gece zirvede kar yağmış, gibi konuşmalar yapıyorlardı. Liderimiz konuya bir açıklık getirdi; Kahvaltıdan sonra bir toplantı yapılacağını söyledi.
Saat dokuzda herkes kamp ateşinin etrafında toplanmıştı. Homurdanmalar toplantı anına kadar devam etti. Liderimiz Memo yüksek ve sert bir sesle, hem insanları susturdu hem de uyarılarına başladı. Arkadaşlar yola çıkarken bu koşulları biliyordunuz, kimseye ucu yanık mektup yazmadık… Gibi, disipline eden, ağır ithamlarında bulunduğu uzun konuşmasına devam ederken Memo; o, bal rengi gözleri bulurum umuduyla tek tek insanlara bakmaya başladı. Bütün bakışları sanki insanların düşüncelerini ölçermiş edasıyla yapıyordu. Bazıları konuşmalardan rahatsız olmuşlardı, bazılarıysa hak veriyorlardı liderleri Memo’ya. Tek tek bakıyordu ve herkesin ne düşündüğünü görüyordu. Asıl amacını o anda unutmuş ve Memo’nun söyledikleriyle gaza gelmişti. Tam bu sırada içinin ısındığını hissetti. Bir çift göz ona bakıyordu, bunu fark etti. Hatta bakışlarını sola döndürdüğünde onunla göz göze geleceğini biliyordu. Ama o anda bir şey oldu ve dönemiyordu. Çünkü o gözlerle karşı karşıya geldiğinde dönüşü olmayan bir yola gireceğinin bilincindeydi. Kaçtığı bütün aşkları hatırladı o anda. Artık cesareti yoktu yeni bir yenilgiye, her şeyi bitirmiş ve içindeki aşkı; dağlara olan aşkı yaşamak istiyordu. Fakat yaktıkça yakıyordu o bal gözlü bakışlar. İçi ısındıkça rüyada ki çiçeklerin kokusunu duyuyordu. Sanki her şey durmuş ve onun bal rengi gözlerle karşılaşmasını bekliyordu. Önce gözlerini yumdu, sonra sola doğru döndü ve gözlerin açtı. Karşısında bal rengi gözleriyle, güneş gibi yakıcı bakışlarıyla, rüyasında gördüğü karşısındaydı. Göz göze gelmişlerdi ve ikisi de kilitlenmiş gibi kalmışlardı. Ne kadar zaman geçti kim bilir ama Lider Memo’nun; “dönmek isteyenler dönebilir, bu iş bir tutku bir aşk işidir. Dağlara âşıklar, dağların her koşulunu kabul etmiş demektir, ayrılmak isteyenler Kadriye’ye isimlerini yazdırsınlar, soru da istemiyorum, program bellidir ve herkes biliyor. On beş dakika sonra zirveye tırmanış başlayacak, konuşmasıyla kendisine geldi. Bir rüya, bir gerçek iç içe geçmiş anlar diye düşündü. Kendisi zirve konusunda kararlıydı ama bal gözlünün ne yapacağını merak ediyordu.
Son hazırlıklar yapılmış, tırmanışa geçmek için sıraya girmeye başlamıştı insanlar. Bal gözlünün kampı terk etmediğini, yürüyüşe edeceğini büyük bir mutlulukla izledi. Soğuk dağların doruklarına çıkarken yüreğini ısıtacak güneş yanında olacaktı, bunları düşünürken yüreğinin ısındığını hissetti. O gözlere, güzelliğe dalmışken Kadriye’nin konuşmasını duydu; arkadaşlar aramızdan tam on iki arkadaş ayrılma kararı aldı. Böylece, kırk kişi başladığımız zirve maceramıza yirmi dört kişi olarak devam edeceğiz. Bu sırada iki kişinin gülüşmeleri ve bağırmaları duyuldu; “yirmi beş, yirmi altı, artık bizimle birlikte yirmi altı olduk.” Bunlar bu civardaki yaylalara gelip giden yerli insanlardı. Aslında herkese birden bir neşe geldi, bu gençler sayesinde. Bir anda artan neşe, dumana ve soğuğa rağmen zirve yürüyüşünün iyi geçeceğini hissettirdi.
Lider Memo grubun başına geçti ve yürüyüşe başlandı. Hava soğuktu ve yolları duman kaplamıştı. Çiseden ıslanmış çimenler ayakkabıları ıslatıyordu ve yürüyüşü zorlaştırıyordu. Zorluklara rağmen yürüme cesareti gösterenler bir şarkıya başlamışlardı; “dostların arasındayız, güneşin sofrasındayız…” Büyük bir coşku ve mutlulukla şarkı söylenirken, bal gözlü yanına gelmişti ve onunla konuşmak istemişti. Ama ondan erken davrandı ve konuşmaya o başladı önce; “ne kadar güzel gözleriniz var, insan bakmaya doyamıyor.” Bal gözlü ona teşekkür etti ve; “asıl sizin gözleriniz ne kadar güzel bakıyor, müthiş bir hüzün var gözlerinizde. İlk gece öyle etkiledi ki beni anlatamam. Hem ne kadar güzel hikâyeler anlatıyorsunuz. Çok içten ve samimi bir insan olduğunuz belli. O akşam, sizi ve gözlerinizi seyrettim ama sizin dikkatinizi çekemedim, bir türlü size ulaşamadım.” Hemen bal gözlünün sözünü kesti ve açıklamaya çalıştı; O gece bende sizin gözlerinizi çok aradım, hoş gecenin ilerleyen saatleriydi ama bir umut size ulaşabilirim sandım. Bütün kampı dolaştım ama yoktular.” Bal gözlü dinlenebilme umuduyla uyduğunu söyledi. Oysa ben güzel gözlerini bulurum umuduyla sabaha kadar uyumamıştım, dedi. Bal gözlü sözünü kesip konuyu başka yere taşımak istiyordu sanki; “Çok şey beklemek doğru değil bu hayattan, hüzünlü gözlerin çok anlamlı. Şimdide sana yakın olmak istiyorum, yaşadıklarımızdır bize kalan ve bu hepimiz için yeterli olmalıdır.” Bu sözler tırmanışın zorluklarıyla birleşince daha anlamlı oldu. Anlaşılmaz bir durum vardı sanki, yani ne demekti şimdi bunlar, başlamak üzere olan bir, ne denir bir aşk ya da bir şey, neyse ney ama sonuçta bir yolun başında değimliyiz, diye düşünüyordu. Bir duvar koymak değimliydi bu tür konuşmalar, kafası karışmıştı. Her şeyin altüst olduğunu hissediyordu, sendelemeye başladı yürürken ve tam o sırada imdadına yetişti lider Memo; “Bir mola arkadaşlar, yarım saat dinleniyoruz” diye seslendi. Herkes kendine uygun bir yer bulmuştu, bal gözlü ise onun yanına oturdu. Bir süre sonra birbirlerinin ellerini tutmaya başladılar. Isınan bedenleri birbirine yapışmıştı adeta ve bal gözlü çok güzel sözlere fısıldıyordu kulağına. Sanki her şey ve herkes kaybolmuş ve sadece bu ikisi kalmıştı yeryüzünde. Koklaşmalar, öpüşmeler küçük bir mutluğa dönüşmüştü adeta. Soğuk, çise ve duman onlar için yoktu. Üç bin metre civarındaki bu yakınlaşma ikisinin de içini ısıtmıştı.
Molanın bitmesiyle birlikte tırmanış başladı. Yürüyüş devam etmesiyle birlikte zirveye yaklaşıyorlardı. Zirveye tırmanış onlar için çiçeklerin, böceklerin ve sıcağın içinde geçmişti adeta. Hiç hissetmemişlerdi zorlukları, zirve yürüyüşü onlar için bir mutluluk olmuştu. Sanki kısacık bir an içinde gelmişlerdi, akşam dinlenecekleri ve çadırları kuracakları yere.
Çadırlar kurulmaya başladığında Memo uyardı; az çadırlarda çokça beraber yatalım ki, ısılarımızı ortaklaştıralım. Daha sonra bulunan mevkiinin nesri olduğunu anlattı. Tarihi önemini, çağlar öncesinden burarlın geçiş bölgesi olarak kullanıldığını, buraya kadar olan bütün bölgenin insanlar tarafından kullanıldığını, ancak yarınki güzergâh ve zirvenin çok kullanılmadığını anlattı. Yarın zirve yürüyüşü yapacaklar ayrıcalıklıdırlar, diyordu. Bütün bunları dinlerken zirve yürüyüşündeki insanlar, kararsızlıklarıyla sıkıntı yaşıyorlardı. Kendisi sadece ve sadece bal gözlünün son sözlerini düşünüyordu. Mola yerine gelindiğinde kulağına; yaşadıklarımız çok güzeldi ve burada ve bu kadar kalmalı, gözlerin ve hüznün çok güzeldi. Yaşadıklarımızı unutma, sonrası olmayan aşklar hep kalır akıllarda, teşekkür ederim her şey için. Ne demekti bütün bunlar, bu kadar çabuk bitebilir miydi, yoksa hiç başlamamıştı da ona mı öyle gelmişti? Hayatı hep bu acıları yaşamakla geçiyordu. Asıl olan hayattır diyordu ama onu o gözleri, o yakıcı bakışları ve son cümleyi unutamıyordu. Bu düşüncelerin içinde, alkolünde etkisiyle dalmıştı. Uyandığında dudaklarını üstünde bir öpücük hissetti. Bal gözlü yanındaydı, birlikte uyanıyorlardı. Aşkım haydi kalk, bak hava çok güzel bugün, bahçede kahvaltımızı yapalım. Cevap vermek istiyordu fakat konuşamıyordu. Bal gözlü sofrayı hazırlamıştı bile ve o bahçede yeşilliklerin ve çiçeklerin arasında sofrada oturuyordu şimdi… Sadece gözlerinin gördüğü bu duruma anlam veremedi. Olup biten her şey sadece seyirlik bir film gibi gözlerinin önünden akıp gitti…
Lider Memo’nun zirveciler uyanın bakalım, çok istediğiniz şeyi bugün yaşayacaksınız. Hafif bir kahvaltıdan sonra yola çıkıyoruz, acele edin. Bu seslerle uyandığında, çadırda sarmaş dolaş yattığı beş kişiyi gördü. Son güne hoş geldin, dedi. Sürprizlere gebe bir günün sabahı ne kadar güzel, diye yorumladı. Bal gözlüyü düşünüyordu şimdi. Nasıl onun yalnızlığını perçinlediğini düşündü. Adeta yalnızlığını sağlamasını almıştı bal gözlüyle yaşadıklarıyla. Zaten bir anlamı kalmamış hayatının, zirvesini yaşıyordu. Bütün bunları yürüyüşe hazırlanırken düşünüyordu. Kadriye, kamptan ayrılan diğer arkadaşların sonunda sadece on üç kişi kaldık. Havanın da güzel olmasıyla birlikte zirveye çıkışımız çok keyifli olacak. Dönenler bu güzellikleri kaybettiler. Memo, kalan sağlar bizimdir arkadaşlar, hazırsak çıkalım yola. Herkes büyük bir memnuniyetle hazırız, evet, şimdi gibi sesler çıkardılar.
Bal gözlü ondan uzak durmaya çalışıyordu sanki. Acı çekmek istemeyen bir insandı o. Oysa ne kadar acı çekmişti kendisi. Hayatı acıların içinde yoğrulmuştu. İhanetler görmüş, terk edilmeler yaşamış, en sevdiği insanlar gözlerinin önünde ölmüştü. Kendisin bir yıkıntı olarak görüyordu şimdi. Üç bin beş yüz metrede bile bunları düşünüyor olması ne garipti. Çok tehlikeli olmayan güzergâhta, hep bal gözlüyü izliyordu. Bir ara yakınlaştığında, bende bir emanetin var, uygun bir zamanda sana ileteceğim, dedi. Bal gözlü, anlamadım ne emaneti dediyse de, oralı olmadan tırmanışa devam etti.
Üç bin dokuz yüz metrede son molalarını verdiklerinde çok gergindi. Dört saatlik bir yürüyüşle gelmişlerdi. Uzun bir etaptı ama Memo’nun dediğine göre iki saat sonra zirvede olacaklardı. Pet şişeye hazırladığı rakı ve su karışımını içmeye devam ederken, planlarını tamamlamıştı. Onu terk etmeyen dostu, konuşmaya çalışsa da pek yüz vermiyordu. Sadece leblebiyle bir şişe rakıyı nerdeyse bitirmişti. Bal gözlü meraklı bakışlarla ona bakıyor ve sanki konuşmak istiyordu ama onun hiç konuşmaya hiç niyeti yoktu. Haydi bakalım zirveye çıkışın son etabı başlıyor, dedi Memo. On üç kişi yola devam etmek için katlılar. Yürüyüş sırasında küçük bir buzul, tehlikeli bir yamaç geçildi. Ama manzara muhteşemdi, yükseklik artıkça insan kendisini daha güçlü hissediyordu. Niethce’yi daha iyi anlıyordu şimdi. Zerdüşt olmanın yolu, buralara çıkmaktı. İki saate yakın yürüyüşten sonra zirveye ulaştılar. Memo arkadaşlar Kaçkar Dağlarının en yüksek noktasına ulaşmış bulunuyoruz. Burası tam dört bin yüz yetmiş sekiz metre yüksekliğidir. Herkes fotoğraflar çektiriyordu, bir anı kalsın bu zirveden diye.
Biliyor musunuz? Diye yüksek bir sesle girdi ve herkesi susturdu. Zirvedeyken, zirveyi görmeniz mümkün değildir. Ayrıca ne kadar güzel fotoğraf çekerseniz çekin, şu gözlerimizin gördüğü kadar güzel olamazlar. Çünkü gözler gerçektir. Bu konuşmaları yaparken elindeki büyük bıçağı sağa sola sallıyordu. Bu halde konuşmaya devam etti; Bu gözler çok şeyler gördü, hepsi gerçekti, yalanı, riyayı, ihaneti, ölümü, dalkavukluğu, güzeli, çirkini, inanılmazı evet şimdiki gibi inanılmazı gördü. Konuşurken bal gözlünün yanına kadar gelmişti. Her kes bu konuşmalardan tedirgin olmuştu. Bal gözlü hem tedirgin olmuş, hem de rahatsız olmuştu.
Bal gözlünün elini tuttu. Bu güzel insan bana hayatımı, bütün çıplaklığıyla tekrar hatırlattı. Bilirsiniz insanoğlunun gerçekleri anlaması için birkaç kez tekrarlaması gerekir, ki bu benim son komedyama şahit oluyorsunuz. Sanki bir oyuncu gibi tiradına devam etti. Bal gözlü kadının bende bir emaneti var. Çünkü bunların benim için bir gereği kalmadı. Bana lazım değil bunlar artık, güneş beni yakmayacaksa görmenin hiçbir anlamı yok benim için… Bunları konuşurken bir çırpıda elindeki bıçakla, hiç tereddüt etmeden, önce bir gözünü sonrada diğerini çıkardı. Bu dehşet anı o kadar kısa sürmüştü ki kimse bir şey yapamadı, yapamazdı. İki gözünü de elinde tutarken, her başlangıç aslında bir sondur, bunlar senin, dedi ve bal gözlünün eline bıraktı gözlerini. Üzgünüm, görmeye tahammülüm kalmamıştı, zirvedeyken zirveyi göremiyormuş insan, bunu daha iyi anladım şimdi, dedi ve kendini zirveden boşluğa bıraktı. Hiçbir acı çığlığı çıkarmadı. Sadece çarpma sesleri duyulduğunda, çığlık çığlığa bağırmalar, ağlaşmalar olduysa da, herkes en başta da bal gözlü biliyordu, ölenler ölmüşlerdi ve geri gelemezlerdi, yaşananlar yaşanmıştı ve yaşanmamışlarda yaşanamamışlar olarak kalacaktı. Zamanı geriye almak mümkün değildir. Ölüme bir anlam verdiğini düşünmek ve elindeki gözlerle hayatı devam ettirmek artık bal gözlüye kalmıştı.
Dağlara adanmış bütün aşklar gibi bu yaşanmışlıkta dağların zirvesinde bitmişti.

Ağustos-Eylül 2009
Çamlıhemşin-İzmir
Haldun AÇIKSÖZLÜ