11 Aralık 2011 Pazar

Basına

Laz Marks oyunu 20.04.2010 günü Çorum'daki gösterisinden dolayı, Çorum 1.Sulh ceza mahkemesinde görülen davada, 07/10/2011 günü "Kamu Görevlisine Görevinden Dolayı Hakaret" hükmüne karar verilerek 6.000(altıbin) TL para cezasına çarptırıldı. Bu hüküm davalı Haldun Açıksözlü tarafından temyiz edilmiş ve yargıtay süreci beklenmektedir. Diğer davalarsa devam etmektedir. Onların gün ve saatleri de aşağıda sunulmaktadır;

Tunceli/ sulh ceza da 6 aralık 2011 saat 9.00 da (suçu ve suçluyu övmek)

Amasya/ 1. sulh ceza da 29 aralık 2011 saat 11.05 de (hakaret)

Rize/ 2. sulh ceza da 18 ocak 2012 saat 10.40 da (Başbakana hakaret)

Demokrasi ve İnsan Hakları konusunda çok "ileri" bir aşamada olan ülkemizde, kendinden olmayanı kendi gibi düşünmeyeni suçlu ilan eden hükümet ve onun savcıları bir tiyatro oyununa bile tahammül edememiş, gülünüp geçilecek fıkralara ve esprilere, hoş görüyle yaklaşamamış ve dava üstüne dava açmaktadır. Bu kadar anti demokratik uygulamalar ve "düşünceyi ifade etme hakkı" konusunda ketum olanlar, yüzleşmeden ve bir arada yaşama bilincinden bahsetme hakkına sahip değildirler. Bütün bu uygulamara rağmen, nasıl ki alanlarda ve alanlarında haklarını savunan, Kürtler, Aleviler, İşçiler ve Devrimciler varsa, biz tiyatrocular olarak da kendi alanımızda haykırmaya ve demoratik hakkımız olan ifade özgürlüğümüzü kullanmaya devam edeceğiz. Bu nedenle Laz Marks Emice maçlarına(oyunlarına) devam ediyor, edecek. Aralık ayı oyun programı ve duyurusu aşağıda sunulmaktadır, ilginize bilginize...

Canşenliği Oyuncuları

Laz Marks Emice Son Maçlara Çıkıyor!

Üç yıldır sahalarda kalan Laz Marks Emice, sizinde bildiğiniz gibi süper lig de, uefa ve şampiyonlar liginde birçok maça çıktı(224). Bu maçların çoğunu galibiyetle bitirmesine rağmen hak ettiği şampiyonluğu şike ile elinden alınan Laz Marks Emice duyarlı kamuoyuna şu açıklamayı yaptı;

“Bacular uşaklar, üç yıldır sahalara çıkayrum, ezilenlerin ve işçilerin hakları içun. Habu oligarşiye, emperyalist kapitalist sermayadalara ve onun işbirlikçilerine karşı goller atayrum. 224 maçun çoğunda galibiyet sağladık bir kısım maçta berabere kalduk ancak birkaç maçtada yenilci alığumuzu açıklıkla söylemekta fayda vardur. Bu sonuçlara baktuğumuzda şampiyonluğu hak ettuğumuzu herçesler bileyi. Fakat şikeci yandaş taraftar medya grubu şampiyonluğuma el koymuştur. Bunu buradan protesto ediyor ve kınıyorum, ha bunun hesabu sorulacaktur diyorum… Aramızdan bazularu; “yahu laz Marks emice, ha bu yaşaduğumuz ülkede, cöreysun hercun birileri gözaltuna alınayu, kck, devrimci karargah, ergonokon derken hüçümet dışarıda adam bırakmadu, kadınlarumuza ve sularumuza yönelik şiddet taciz hızla ve artarak adeletinde katkılarıyla devam edeyi. Zamlar kıçımıza girmiş bizde suriye’ye girmenin derdine düşmüşüz. Senin derduna bak!” diyor. Tamam uşağum tamam, sizde haklusunuz ama biz de kendimuza dair sikintulardan bahsetmek istedik. Sahalarda ne pok yiyerruk, habu sikintilardan bahsettuğumuz içun davalar peşumuzu bırakmayu, ahan da Çorum daki maçtan suçlu bulunduk ve 6 bin lira ceza verdiler. Diğer mahçemelerde devam edeyi…

Neyse lafu fazla uzatmayalum habu son tur maçlaruna katulunda bol gollü maçlar edelum. Tribünleri dolu dolu cörelimde ezilenlerin ve işçilerin sesi soluğu olalum diyerrum. Maçlarda günceleme yaptığımı(ula zam anlamunda değil yenileme anlamunda diyorum) bildirir ve seyreden seyretmeyen bütün bacularu uşaklaru maçlara bekleyrum…”

200 bin km’yi, 224 maç ve 85 bin seyirci ile tamamlayan Laz Marks Emice’nin halen süren 4 davası(biri ceza ile sonuçlandı ve temyiz aşamasında) bulunmaktadır. Son maçlarına aşağıdaki yerlerde çıkacaktır…

Laz Marks Emice Maçları;

30 Kasım Malatya/ 18.00-20.30(Eğitimsen)

9 Aralık Maltepe/ İstanbul/19.30/Türkan Saylan K.M(M. Nazım Kültür Evi)

13 Aralık Ankara/20.00/Ankara Sanat Tiyatrosu(Eğitimsen 3 Nolu Şube)

15 Aralık Ayvalık/Balıkesir(Eğitimsen)

16 Aralık Edremit/Balıkesir(Eğitimsen)

17 Aralık Aydın/(Eğitimsen)

18 Aralık Çivril/Denizli (Eğitimsen)

21 Aralık Datça/Muğla(Eğitimsen)

23 Aralık Demre/Antalya (Eğitimsen)

24 Aralık Finike/Antalya (Eğitimsen)

25 Aralık Antalya (Antalya B.B)

Laz Marks

(poltik stand-up)

Yazan

Yılmaz Okumuş

Desen

Tuncay Akgün

Oynayan

Haldun Açıksözlü

http://www.facebook.com/lazmarks?sk=info

irtibat tel; 0554 738 36 90/ 0216 254 89 30

kucukdevletalper@gmail.com


· · · Paylaş · Sil

19 Ekim 2011 Çarşamba

temmuz 2009 da yazdığım ve yayınlanmayan yazım...

NE YAPMALI? GİRİŞ

Bazı zaman dilimleri vardır at izinin it izine karıştığı dönemlerdir.

Kimin “solcu” kimin muhafazakâr kimin liberal ve en sonunda da kimin sosyalist olduğu konusunda kafalar tamamen karışmış durumda. Elimizde bir ölçüt olmalı ki konuşulanları ya da konuşanları anlayabilelim. Tabiri caizse elimizde bir üfleme aygıtı olacak, konuşanların hemen üflemelerini isteyeceğiz ve promillerini(solculuklarını) ölçebileceğiz. İşte benim bu yazı dizisinin amacı bu aygıtı oluşturmak. Bu aygıtın ihtiyacı “her dost dosdoğru dost değildir” özlü sözünden çıkmıştır.

Bir bakıyoruz ki ayrılanlar, taraf olanlar ayrılmalarına rağmen, daha çok yol yordam biz de kaldı, diyorlar.

Taraftarlarını çoğaltmaya çalışanlarda kendilerini bu ülkenin her konuda bilirkişisi ilan etmişlerdir. Misal; “solculuğu taksim meydanına çıkmak ve AKP karşıtlığına indirgemişler” diyeceksin. Taksim meydanına çıkmayı küçümseyeceksin ama senin gençlerin, otel odasından pankart sallayacak ve sanki bu ülkede katillerden hesap sorulmasını bir siz istiyormuş gibi davranacaksın.

Militarizme en çok bunlar karşıdır ve sanki ilk kez askerlerin pisliklerini açığa çıkarmışlardır, gibi davranırlar. Yılardır 12 Eylülcüler yargılansın diye mücadele edenler, basın yayın organlarında “Yüksek Ova Çetesi”ni açığa çıkaranlar, Eşref Bitlis’in öldürüldüğünü, Cem Ersever’in katledildiğini, Turgut Özal’ın suikastta uğradığını yazanlar çizenler hiç hatırlanmaz ve bilinmez. Bu liboşlar sayesinde sanki, konular tartışılır oldu. Bu gerçekleri romanlarında yazıp yargılananlar ve ceza alanlar, ne oldu. TSK’ya karşı gerilla olarak savaşanları görmeyeceksin, duymayacaksın sadece ve sadece tarihi kendi “taraf”ından bahsedeceksin.

İşte bunlar gençlerin ve dahi bizlerin kafasını karıştırmaktadır. Bu yazı bir giriş olarak algılanmalı ve politik süreç de ne yapmamız gerektiğini tartışacağız. Üst perdeden ahkam kesen bir dil değil, arayış içerisinde bir bakışla yaklaşacağız konulara. Ama tavrımız mutlaka net olacak. Bütün bu karmaşa önümüze sunulan iki seçenek çıkıyor. Ya A-K-P’nin taşeronluğunda Fettuhülerin şeriatı gelecek ya da askerlerimizin koruması altında laik cumhuriyete devam edeceğiz. Ben toptan yıkalım diyorum, fark etmez hepsini birden yıkalım. Şeriattan kaçarken militarizm kucağına oturmak pek sağlıklı değil çünkü. Bizim askerlerin Kürdistan da yaptıkları ortada, onu göremediniz madem 2 Temmuz Sivas da oteldeki arkadaşlarımızı korumak yerine Alibaba mahallesini ablukaya alıp Alevileri ve devrimcileri tecrit etmelerini hatırlaya bilirsiniz. Hele balık hafızalı değilseniz “12 Eylül”de asılan devrimcileri hatırlaya bilirsiniz. Militarizm militarizmdir, bunun iyisi kötüsü olmaz. Bizim devrimci mücadelemizde askeri yöntemleri kullanıyor olmamız, militarizmi olumlamaz.

Ağustos ayının sıcağında şu yol haritasına ve Kürt meselesine soldan, soldan bir bakalım ve ne yapmamız gerektiğini bir bir tartışalım istiyorum. Öncelikle bu kadar karışıklık içerisinde bizim turnusolumuz yani ölçütümüz ne olacak.

90’lı yıllarda savaşın boyutlarının çok büyük olduğu yani köylerin yakıldığı, o bin operasyonların yapıldığı dönemde biz “yaşasın halkların kardeşliği”, “savaşa hayır” diyorduk. Mahkemelerden mahkemelere koştururken, bazı arkadaşlarımız “siz tiyatrocusunuz, bu işlere karışmasanız olmaz mı, bak hep sorun çıkıyor karşınıza, sanatınızı icra edemiyorsunuz.” Diyorlardı. Bizde onlara cevap veriyorduk Brecht’in sözüyle; “bu kadar kan ve gözyaşını görememek aptallıktır. Bunları görüp de müdahale etmemek hainliktir. Biz ne aptalız ne de hain olabiliriz.” Diye cevap veriyorduk. Yetmiyor bir de; “yirmi otuz yıl sonra diyelim ki Kürt halkı yok edildi. Sana çocukların, torunların sormayacak mı; yanı başında bir halk yok edilirken baba-anne sen ne yaptın?” diyorduk.

Pandora’nun Kutusu;

Bugün gelinen noktada yol haritasıyla ağustos sıcağında yeni bir süreç başlayacak. Adeta “Pandoranun Kutusu” açılacak sendromuna giren bir bekleyişe girdi insanlar. Aman kutudan çıkan ilk şeylerden korkup sonunu beklemezlik etmeseler iyi olur. Ateşkes sürecini TC bu sefer adam gibi değerlendirse iyi olur. Yoksa kan ve gözyaşı dinmeyecek. Bu savaşın sona ermesi iki taraf içinde kaçınılmazdır. Yol haritasında ne çıkacağını bilmiyoruz ama hükümetin verebilecekleri olarak basına yansıyanlar çok komik. Misal köy adları değişecekmiş, merak ettiğim şimdi Kürt köyü olan eskiden Ermeni Köylerinin adları ne olacak. Kürtçe yayın yapan özel TV’lere izin verilecekmiş, üniversitelerde Kürdoloji bölümü açılabilir, falan filan. Yani çok ete dişe dokunur bir şey yok, anlayacağımız.

Ağustos sıcağında Öcalan’ın çizeceği yol haritasından ne çıkacak bilmiyoruz ama Pentagonu pek memnun etmeyeceği kesin. Çünkü zaten ABD, Kürt meselesinde çözümü Barzani ve AKP de görüyordu ki olmadı. Bir referandum sayılabilecek 29 Mart seçimlerinde Kürt Halkı, “önderliği” ve DTP’yi seçti. Seçim sonuçları, “süreci” bugüne taşıdı. Liboşlar başta olmak üzere herkes Öcalan’ın yol haritasını merakla bekliyor. Çünkü herkes kabul etmiştir, çözüm İmralı adasından geçiyor. Liboşları korkutan, kutudan çok şey çıkması. Şimdiden uyarı yazısı yazmaya başladılar bile(misal E. Özkök’ün 18 temmuz da ki yazısı).

Türkiye sosyalist mücadelesinin önünü açacak bir süreç diye, düşünüyorum. Madem bu ara, çokça sınıf ve emek eksenli bir mücadelenin zamanı diyoruz, o zaman Kürt meselesinin çözülmesi hepimize iyi gelecektir.

Bu konuda biz ne gibi bir tavır geliştireceğiz. Turnusol nedir? Sosyalistler, devrimciler ne diyor. Diyebiliriz ki biz ne dersek diyelim, “atı alan Üsküdar’ı geçecek”. Olsun biz yine de eşeğimizi sağlam kazığa bağlayalım ve iki tarafa da en azından biz demiştik deriz. Çünkü şuan politik bir etkinliğimiz olmasa da tarihe şerh düşmekte fayda vardır. Öcalan’ın kutudan ne çıkaracağını bilmiyoruz ama Kürt özgürlük mücadelesinin geldiği bu nokta da; anadilde eğitim, Kürt halkının anayasa da tanınması, savaş mağdurlarının telafisi, tutsaklara özgürlük, 12 Eylül ile başlayan savaş suçlarının ve suçlularının yargılanması ve buna bağlı olarak da yeni anayasanın yazılması gerekmektedir. Bu ve buna benzer taleplerle, 30 yıl süren savaşta mağdur olmuş kadınların, çocukların bir bir yaraları sarılabilir. Savaşın ekonomik yükünü çeken işçilere ne çıkar burada bilmiyoruz ama onların kayıplarının tekrar kazanılması için büyük ve top yek ün bir mücadeleye ihtiyaç vardır. Şimdi biz bunları, bu sistemin daha demokratik ve insandan yana olması dileğiyle önerdik. Bunun olmayacağını hepimizde biliyoruz. Çoğu sosyalist arkadaşımızda Kürtlere buradan bakıyor ve diyor ki, bu sistem de çözüm yoktur. Sosyalizm gelecek dertler bitecek, esprisinde takılıp kalıyorlar. Hem sosyalist olup hem Kürt meselesinde Kürt halkından yana olamayız mı acaba? Yani bizim bugün turnusolumuz ne? Ne yapmalı? Sokaktan hayattan çözümler gerek, sırça köşklerimizden yazdıklarımızın bir ehemmiyeti yok, bugüne hemen şimdiye bir çözüm yani politika yapmak gerekiyor.

Politika sıcaktır, teoriyse soğuk. Nedense biz hep teoriyi seçiyoruz, soğukta kalalım diye. Teoride yanlış yapmak çok mümkün değildir ve ortalama şeyler söyleyebilirsiniz, genel geçer de denebilir buna. Kürt meselesinde mesela, ulusların kendi kaderleri tahin hakkı vardır dersiniz. Ama Kürt halkının kendi kaderini tahin etmesini, içinize sindiremezsiniz. Burada ölçüt politikasızlıktır, belirlemezsen belirlenirsin. O yüzden biz, bir an önce ne yapacağımıza karar vereceğiz.

Gelinen süreci değerlendirirken diyeceğiz ki, artık Kürt özgürlük mücadelesi savaşla kazanacağı noktanın sonundadır, siyasi süreci değerlendirmek zorundadır, işte yol haritası da sanırım son kez bu açılımı dayatacaktır. Sonrasında ne olur, çok bilinmeyenli bir denklem olarak görülüyor. Ama bu mücadele kart, kurttan Kürt Halkı’na gelmiştir ve devletin televizyonun da Kürtçe yayın yapılmaya başlanmıştır. Bunların kazanım olduğunu bilmek ve görmek gerekiyor. Ama nihaiyi sonuç bu mudur? Hayır asla…

Bu sürecin barışa verilmiş son şans olduğunu görmeliyiz ve bu anlamıyla egemenlerin mutlak adım atmalarını sağlamak gerekiyor. Kürtlerin talepleri konusunda artık üç maymunu oynayamayacakları kesindir. Bizler Anadolu halklarının bir arada yaşama bilinciyle kardeşliğinden yana tavır almalıyız. Bu konuda sessiz kalma hakkımızda yoktur. Kürt meselesinde sistem çözüm üretemese de bir ilerleme kaydedeceği kesindir.

Bu çözüm, önderlik ve Kürt Halkı için yeterli olur mu bilinmez ama bizim için yeterli olmayacağı kesindir. Çünkü halkların kardeşliği ancak ve ancak sınıfsız, borsasız, sömürüsüz ve dahi sınırsız bir dünya da mümkündür. Bu şu demek değildir; bugüne, hemen şimdiye çözüme karşıyız ve gereksizdir.

Anadilde eğitim başta olmak üzere Kürt Özgürlük Hareketinin bütün talepleri mücadelenin bir sonucudur ve bu anlamda da gereklidir.

Kürt Halkı özgürleşmeden işçi sınıfı özgürleşemez.

Soldan daha soldan çözümler önümüzü aydınlatıyor!

Haldun AÇIKSÖZLÜ

4 Ekim 2011 Salı

"OYUN BAHÇESİ" 1


Canşenliği Oyuncuları kurucularından Haldun Açıksözlü'nün yeni kitabı çıktı. Resimlerini ve kapağını Rıfat Batur'un yaptığı, Hüseyin Güçlü'nün yayına hazırladığı "OYUN BAHÇESİ" serisinin ilki; "HAYATA HAZIRLANIYORUZ" kitapçılar da...

"Ben yaptım oldu!

Tiyatro ve sanat edimi biraz da budur; ben yaptım oldu!

Tiyatro hayatın, gerçeğin bir ve aynısı olmak zorunda değildir. Hatta olmasa daha doğrudur.

Daha çok tiyatro ve daha çok hayat için bu çalışmamızı sizlere sunuyoruz.

25 yıllık birikimin sonucu olan bu seri birinci kitabıyla sizlere sunuluyor.

Altı kitap olarak düşündüğümüz bu çalışma tiyatronun yapılabilmesi ve yayılabilmesi adına bir çabadır.

Çocuklarımız geleceği kurarken en çok tiyatrodan yararlanacaktır.

Tiyatro hayata bir prizma sunar, gerçeğin değil hakikatin peşindedir.

Hülyalarımızın, düşle­rimizin hayata dokunuşudur. Bu anlamıyla daha çok tiyatro daha çok hayat diyoruz.

Bu çalışma yirmi yılı dolduran Canşenliği Oyuncuları’nın birikimi, emeği ve ürettik­leriyle renklenmiştir.

Biz yirmi yıl boyunca kendi bildiğimiz tiyatroyu yaptık ve oldu. Şimdi sıra sizde, siz de yapın ve olsun.

Daha çok tiyatro, daha çok paylaşım…

Nice nice tiyatrolu günlere..."

DÜŞEN DÜŞLERİM 4



Bu Araç Bizi Bir Yere Götürmez

DOĞAN GÖRÜNÜMLÜ ŞAHİN

Ailecek pikniğe gitmeye karar verdik. Yaz aylarının en yorucu ve aynı zamanda en keyifli işidir bu piknik işleri.

Kalabalık bir aile bizim ki. Herkes bir arada; alevi eniştemiz, Kürt gelinimiz var, Ermeni ahbabımız da aileden sayılır. Kıbrıs’tan gelen uzaktan akrabalarımızda bizimle pikniğe geliyor. Desenize epey bir eğlence var bugün. Arap komşumuz geliyormuş bizimle. Biz böyleyiz işte, çok kalabalık bir aileyiz, aynı ülkemiz toprakları gibi. O nedenle her istediğimizde becerebildiğimiz bir şey değildir bu piknik işleri. Biz bir araya geldik ama ortada araba yok, neyle gideceğiz pikniğe…

Muhabbet başladı herkes birbirine özlemini gideriyor tamam da, iyide araba nerede, yani bizi piknik alanına götürecek araçtan bahsediyorum.

Piknik alanına erken gitmek gerek, iyi yer kapabilmek için. Hem suya yakın hem gölgesi bol hem de düz alanları olacak ki, top oynayabilelim. Piknik de en önemli unsurlar, bunlardır.

Araba nerede kaldı, geç kalıyoruz aslında…

Herkes neşeli uzun bir kış, soğuk ve sevimsiz mevsimlerden sonra bahar gelmiş, hırgür ve çatışma bitmiş ve en sonunda da sıcakla tanıştık bu yaz. Yaz mevsimi her anlamda iyidir. Hem tatildir, hem sebzeler ucuzlar, ihtiyaçlar azalır ve en önemlisi, gelen bir tatil ve neşe havası hakim olur insanların yüreğine. Bizde bu modla evin önünde bekliyoruz bizi pikniğe götürecek aracı.

İşte geliyor beklenen araç.

O da ne, bu araba doğru araba mı? İnanmıyorum, bu bildiğin yerli araç, yerli sermayemizin gururu olmuştu bir zamanlar. Hatta yerli Mercedes olarak yuttururlardı. Araba yaklaştıkça daha anlaşılır oldu, bu araç bildiğin “doğan görünümlü şahin”. İnanmıyorum bu araçla mı biz pikniğe gideceğiz, yapma ya…

Kaptanda biraz tanıdık gibi, bu kaptan liberal görünümlü muhafazakâr değil miydi? Geçen evinin balkonundan konuşma yapmış, herkese mavi boncuk dağıtmıştı ama sonra da mahallenin ortasında herkese kafa tutmuş, gerekirse mahalledeki yarıya yakın çoğunluğunu kullanıp diğer yarıyı yok sayabiliriz demişti. Bu adamla pikniğe mi gidilir, diye yakınınca hemen Kürt gelin; çok yakınma sadece bizi piknik alanına götürecek, sonrasında bizimle olmayacak. Bu demokrat görünümlü ileri faşist diktatör bizi hiçbir yere götüremez bence, diye düşünsem de benim gibi düşünen pek bulamadım ve arabaya yerleşmeye başladılar.

Baksanıza, arabada “doğan görünümlü şahin”...

Alevi Kızılbaş enişte çok meraklıydı, barıştan yana görünümlü savaş çığırtkanı kaptanın arabasına binmeye, hem de ön kapıyı açar diye bekliyordu. Kürt gelinde arkasından bir açık kapıda o bulup yerleşmek istiyor araca, ya Ermeni ahbabımıza ne demeli, arkadaş mahallemizin en güzel adamının evini, barış güvercini besliyor diye yakılmadı mı? Ben anlamıyorum bu insanları.

İyi de arabanın içi dolu be, biz nereye sığacağız.

Kaptan oldu mu şimdi?

Bütün yandaşlarını toplamış, vay Cüneyt sende mi buradasın, vay solcu görünümlü fettuhiler hep toplanmış buraya. Her alandan adamı var. Demokrat görünümlü Kürt(!) faşist yazar Mehmet bey. Her şeyi tartıştığını söyleyen ama hükümetin uygulamalarını hiç tartışmayan yazar görünümdeki yandaş. Yıllarca Alevileri devlete satmaya çalışan hatta birkaç kez de başarmış, alevi görünümlü pazarlamacı Cem bey de burada.

Bizimkilere diyorum bu araç dolu, kaptan kendi adamlarını almış pikniğe götürüyor, bize yer yok. Hepsi birden olur mu, bize de bir kapı açar, bir yere sığarız. Bizsiz piknik mi olur, kaptan bilir bunları vicdanlı adamdır, balkon konuşmasını unutma diye sesler yükseldi.

Kıbrıslı akrabaya çok şaşırdım, o bile bir beklentiye girmiş, kardeşim daha düne kadar size besleme diyen bu değil miydi? Kürt geline ne demeli, ben Müslüman Kürtleri severim derken, sizi bölmeye çalışan o değil miydi? Baba mı hiç anlamadım, ya kırk yıllık işçisin, bu adam mahalleyi haraca bağlamış, işverenlere güllük gülistanlık bir düzen kurmuş, bak hala bu adamla bir yere gitmeye çalışıyor. Bu nasıl bir saflık anlamadım. Adam sizin örgütlerinizi aşağılıyor, yetkilerini elinden alıyor, siz halen ondan bir kapı açar diye beklenti içindesiniz.

Abartmış kaptan kameramanını da getirmiş, ne o canlı yayın ekibi mi de var?

Olur, her şey olur, baksana ortalıkta bir sürü haber kanalı var, kaptanın sözcülüğünü yapıyor. Haber TV görünümünde yandaş TV, en komiği de, herkes Müslüman görünümlü modern ayaklarına yatıyor ya ona bayılıyorum. Bizim evde karınca duası duvarda asılı diyenler ve benim annem de namaz kılardı diyerek, “doğan görünümlü şahin”e binmeye çalışanlar.

O da ne “yetmez yetmez ama” diye koşarak gelen, sivil toplumcu şimdi de AB’ci Murat, değil mi? Sosyalist görünümlü liboş deriz biz mahallede buna. Ama hakkını yememek lazım çok “birikim”lidirler bunlar, misal sosyalizmin bir alt yapı sorunu olmağını, sınıf çelişkisinin tali olduğunu “belge”lerle kanıtlamışlardır. Bu nedenle de kaptanın yanında yerlerini almaları hakları. Bir de ne demiş üstat; insan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Adam mahallemizin tek köşkünde yaşayan adam, herhalde böyle düşünecek. Ha birde Fransızca biliyor, ana dili gibi.

Türbanlı ablamızda geliyor oda binecekmiş bu araca, ben anlamıyorum bunları bizim bu kaptan on yıldır mahallenin haracını yiyor, ali kıran baş kesenlik yapıyordu ama türban meselesini bile çözemedi. Yine de türbanlı ablam bu doğan görünümlü şahine binmek istiyor. Yüzünde ki makyaj ve giydiği markalardan anlaşılacağı gibi o sadece türbanlı görünümünde bir kokoş…

Ben vazgeçtim bu piknik işinden açıkça söyleyeyim, diye düşünürken mahalleden bazıları göründü. Sosyal demokrat görünümlü milliyetçi Kemal, muhafazakar görünümlü ırkçı Bahçeli, komünist görünümlü ulusalcı gençler, sivil görünümlü apoletli Doğu, yıllardır mahallenin haracını yiye yiye semirmiş yurtsever görünümlü Amerikan uşakları, yıllarca ücretlerini dolar olarak almış ama şimdi ulusalcı olduklarını söyleyen, yandaş kontenjanı dolu olduğu için muhalefet görünümlü yalakalar. Sanat alanın elitist, ayrımcıları; solcu görünümlü kıç yalayıcılar.

Bunlar nasıl olmuş da bir araya gelmiş derken, mesele anlaşıldı bağrışmalarından, kaptanı indirip yerine geçmek istiyorlar.

Gözlerime inanamıyorum bu “doğan görünümlü şahin”e sahip çıkıyorlar. Biz götüreceğiz insanları pikniğe, diye bağırıyorlar. Kardeşler bu araba hiç birimizi alamaz görmüyor musunuz? Tekerler inmiş, motor yağ yakıyor. Bu araçla bir yere varılmaz, hele komünist arkadaşlar bu araç kapitalizmin aracıdır. İzmir de kapitalizmi seçen bu araç değil miydi? Bununla değil pikniğe aşağı mahalleye bile gidilmez. Yapmayın arkadaşlar. Bırakın şu arabaya sahip çıkmayı, siz ezilenlere, emekçilere sahip çıkın. Biz yeter ki bir arada yaşamaya, birlikte piknik yapmaya karar verelim, kendi aracımızı yaratırız. Yürüyerek de olsa gideriz, uzun yürüyüşler bizim işimizdir. Bu kendi bile olamamış araçlara binmeyelim, para üzerine kurulan bu düzenlere kanmayalım. Biz en güzel pikniği, Kürt, Arap, Acem, Ermeni, Rum, Türk ve bütün halklar olarak yapabiliriz yeter ki görünümlere aldanmayalım.

Kerterizi sınıf perspektifinden, emek sermaye çelişkisinden alırsak mutlaka bineceğimiz araç sınırsız ve sınıfsız bir dünyanın komün aracı olacaktır. Bu pikniğimiz yetmiş gün ya da yetmiş yılla sınırlı kalmayacak, sonsuza kadar yaşayacaktır.

Halaylı, horonlu, başkası değil kendisi olmuş insanlarla nice nice pikniklere…

DÜŞEN DÜŞLERİM 1


BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ










Bir “gemicik” düşünüyorum, kredi ile alınmış ama morgate değil. Uluslar arası sermaye ile bütünleşmiş, faiz oranı düşük bir kredi ile alınmış, bir “gemicik”. Bu “gemicik” aslında Nuh’un gemisidir. Yaşadığımız bütün olumsuzluklara rağmen bu “gemicik”, “ileri demokrasi” rüzgarının katkılarıyla, “muhteşem bir yüzyıla” bizi götüreceğine inanıyorum.

Okyanusa açılmak, “açılımlar” gibi uçsuz bucaksız denizlerde, kaybolmak gibi bir şeydir, aslında. Ama biz, nereye gideceğimizi ve kimlerle gideceğimiz biliyoruz.

Sizce “gemicik”de kimler olmalı?

Kolay değil, ta okyanusun öbür “taraf”ına gidecek. Uzun zaman alır bu süreç. “1. gemicik” mandacı zihniyete karşı gelmek adına, Adriyatik’te batmıştı.

Arap sermayesinin de, önemli katkılarıyla aldığımız “gemicik”de kimler olmalı? Gerçekten, bu çok önemli. Çünkü herkes kabul etmeli ki bu gemi “taraftarlara” ayrılmış bir “gemicik”tir. Biliyorsunuz ki okyanusun ötesinde, “bermuda şeytan üçgeni”ne takılıp, “gemicik”imiz batabilir.

İşte bu nedenle bu “gemicik”te; Müslümanlar olmalı ama “Müslümanlıkla kapitalizm örtüşmez” diyenler olmasın.

Aleviler olsun ama “devletin Alevisi olmayız, zorunlu din derslerine karşıyız”, diyenler olmasın.

Kürtler de olmalı ama “anadilinde eğitim isteyenler, özerklik, demokrasi, anayasal vatandaşlık isteyenler”, olmasın. TRT şeşe çıkanlar misal uygundur.

Solcular olsun ama statükocular olmasın, emeği düşündüğü kadar sermayeyi de düşünen, solcular olsun. Hala “sosyalizm, komünizm” diyenler olmasın, Allah aşkına.

Öğrencilerde olsun ama yumurta atanlar değil kesinlikle, jaguarı olanlar ya da en azından takım elbisesi olanlar olsun.

Memurlar da olsun ama işini bilen memurlar olsun.

Yavru vatan Kıbrıslılar da olsun ama beslemelerimiz olsun, bir Allah kuruşları olmayanlar olmasın, orada kamplarda, otellerde “on bin lira” verdiklerimiz misal olabilir.

İşçilerde olsun ama 4C, 4B yi kabul edecekler olsun.

Kadınlarda olsun ama turban taksınlar ya da turban takmasalar bile takanları, takmayanlar olsun ya da en azından kadının bu ülkede tek sorununun türban olduğunu düşünenler olsun.

Azınlıklarda olsun gemide, ama göstermelik kardeşliklere inananlar olsun. Halkların kardeşliği için, sınırların kalkması gerektiğine inanan azınlıklar olmasın misal.

İşadamları da olsun ama a-k-p şirketi dışında çalışanlar olmasın.

Hukukçularda olsun ama Kemalist elite karşı, İslamcı elitin HSYK da olmasını savunanlar olsun.

Sendikacılarda olsun ama sorun çıkaran, özelleştirmeye karşı çıkanlar olmasın.

Medya mensupları da olsun ama yandaş olanlar, huzur ve güveni bozanlar olmasın…

İşte Nuh’un “gemicik”i yani Mevlana’nın dediği gibi; “ne olursan ol yine de gel” dediklerinin hepsi, gemiciğimizde yerini aldı. Artık gemiciğimiz okyanusu aşıp, “bermuda şeytan üçgeni”ne takılmadan Pensilvanya ya varabilir. Kol saatlerinin çeşitleriyle dolu hediye sandığımızı Hoca Efendi’ye ulaştırabilir.“Gemicik”imiz böylece değil 2023’e, tam 3023’e kadar sorunsuz açıklara, açılımlara kavuşabilir.

Yok, eğer “gemicik”imiz de, belirttiğimiz insanların dışında birileri olursa, maazallah “gemicik”imiz,“bermuda şeytan üçgeni”nde, okyanusun dibini boylar.

Nedir bu, “bermuda şeytan üçgeni” ona bakmak gerek: Bir kenarı; “benim olmayan Kürtler” için çizilmiş KCK Operasyonu, bir kenarı; “statükocu Kemalistler” için çizilmiş Ergenekon, bir kenarı da; Devrimci Marksistler için çizilmiş, Devrimci Karargah Operasyonu.

İşte kim ki bu “gemicik”nin dışında kalır, bu şeytan üçgenindendir. Bunlar, ülkenin geleceğini karartmak isteyenlerdir. Bunlar A-K-P şirketimizin batmasına sebep olanlardır.

Her kim ki öyle davranır bizden değildir, “gemicik”e de binemez, o ZINDIKLAR.

Bu bir rüya değil, bu bir gerçek, hakikatse; “Ya bu “gemicik”e bineceğiz ya da üçgenin bir parçası olacağız”…


Haldun AÇIKSÖZLÜ

RED dergisi 2011 mart sayında çıkan yazım.

16 Eylül 2011 Cuma

DÜŞEN DÜŞLERİM 3



KORKUYORUM ABİ!

Birkaç kadeh içmedim iyi mi oldu, yok karaciğer de büyüme varmış yok sağlığımıza dikkat etmemiz gerekiyormuş, yok arada bir ara vermek iyi gelir diyerek bu akşam hiçbir şey ağzımıza koymadık, iyi mi oldu. Bir uyuyoruz bir uyanıyoruz. Kesintisiz uyku yok, ne severim kesintisiz uykuyu, aynı kesintisiz devrimler, sürekli devrimler gibi mutlu eder insanı…
O da ne? Bir ses mi duydum. Evet, kesin bir ses duydum, hırsız olmasın! Site içinde olsun, devletin polisi askeri bizi koruyamaz, özel güvenliği olsun dedik ama nafile, bak işini bilen hırsız yolunu bulmuş, evin içine girmiş.
Bence, hiç ses etmeyeyim ne bulursa alsın gitsin, canımdan olmak istemem doğrusu. Zaten bu yaşıma gelene kadar çok korkular atlattım. Seksenli yılların başıydı, seks yapmayın AİDS olursunuz dediler, aman çok eşli takılmayın, erir bitersiniz. Hele hele heteroseksüel ilişki dışına hiç çıkmayın dediler. Sonra bu hastalık en çok Afrika yerlilerinde görüldü birde eşcinsellerde. Tam AİDS’den kurtulduk derken, birden OZAN TABAKASI delindi, görmememiz gereken şeyleri gördük, ayıp oldu. Her an nefes alıp vermemizi sağlayan O2 bitecek diye spor yapmaktan vazgeçtik, yusufyusuf ortada dolandık. Bu sırada ülkemize özgü evrensel olmayan bir korku çıktı ortaya, PKK’nin, Kürtlerin ülkemizi bölecekleri korkusu. Milyonlarca kişi bu korkuyla geceleri uykusuz kaldı ama duvarların yıkılışıyla, bütün bir Avrupa paramparça oldu, bölünen bölünene durumu yani. Korkunun ecele bir faydası olmadığını gördük ama biz bölünmedik ve böleceğini düşünen(PKK ve Kürtler); “biz bölmeyeceğiz bir arada demokratik bir ülkede yaşamak istiyoruz” demeye başladılar. Otuz yıllık bir bölünme korkusuyla bugünlere kadar geldik.
Ben böyle derin konulara daldım ama hırsız dizüstü bilgisayarımı almıştır şimdi, çok önemli değil, canımdan daha kıymetli değil ya. İyi de son çalışmalarımı garantiye almamıştım, en iyisi müdahale edeyim…
Ben bu özel güvenliğe sorarım ama. Adamlara bak o kadar para alıyorlar… Hoş onların müdürünü gözüm tutmamıştı zati, hilal gibi bıyıklarıyla eski özel timci olduğu kesin, beni de tanıdı mı ne; “çok konuşmayalım beyler!” diye uyardı elemanlarını, sanki beni ima ediyordu. Bunlar doksanların ortasında yargısız infazları artırmış, köyleri yakıyor ve şehirlerde ev baskınlarında sorgusuz sualsiz devrimcileri katlediyorlardı. O zamanda illegalizmden korkmaya başlamış ve hep birden açık alana geçmiştik. Hepimizin cicili bicili partileri olmuştu. Hoş dergilerde, parti gibi çalışıyordu o günlere kadar. İsimler değişti, tabelalar büyüdü, fena olmadı da devrimciliğin, komünistliğin meşru olduğunu anlatabildik birilerine. Bu arada dünya da ve ülkemiz de büyüyen İslami hareketler hortladı ve yeni bir korku çıktı karşımıza; ŞERİAT. Hoş Uğur Mumcu’nun katlinden sonra ve “2 Temmuz Sivas Devlet Katliamı”ndan sonra mollaları İran’a gönderme çabamızda bu korkunun sonucuydu, pek beceremedik ki mollaların temsilcisi bir parti iktidara geldi. İşte şeriat geliyor diye yine milyonlarca insanımız geceleri uyuyamadı, benim gibi. Neyse ki askerler imdadımıza yetişti ve bizi korkulu rüyalardan kurtardı.
Bu arada ses kesildi, ya adam ne var yoksa götürmüştür ya da buzdolabında ki sarmanın başına oturmuştur. Yanına birde soğuk biralarımdan birini açtıysa, deyme keyfine. Bak o kadar da aklımdan geçti ben yiyim diye, neymiş kilo alırmışız, göbeğimiz 114 santimi geçmiş.
Aman be şu ölümlü dünya da nedir çektiğimiz.
Bir sarsıntımı oldu? Ne yoksa deprem mi oluyor. Birde diyorlar ki depremle yaşamayı öğrenin. Japonlar öğrendi de iyi mi oldu. Başlarına gelen ortada. Ben depremle yaşamak istemiyorum, ırkçılıkla faşizmle yaşamak gibi bir şey. Korkuyorum var mı ötesi. Hatırlarım tam doksanların sonunda başladı bu deprem korkusu. Büyük Marmara depremi hepimiz bir sarstı, yeryüzünü sarstığı gibi. O depremin ardına bekledik büyük İstanbul depremini. Yıkılan ve yerle bir olacak İstanbul’dan sonra, diye birçok senaryo yazıldı. Hatta devrimi bu depreme bağlayanlar oldu da.
Seldi, trafik terörüydü falan derken ölüme şerbetliymişiz ki bugünlere kadar geldik. Ama bu yaşlarda yani kırklı yaşlarda kalp krizi riski varmış çemberi, yani göbek çemberini daraltmamız gerekiyormuş. İyide kardeşim sarmaları sonuçta kaptırdık, hem de yaprak sarması ve ekşili Arap usulü. Ulan Arap usulü dedim de ne olacak bu Arapların işi, bir kalktılar ayağa, oturmaya pek niyetleri yok sanırım. Korkuyorum, bu isyanlar bizim ülkemize de yansırsa, bence iyi olmaz. Yok, aslında bende isyandan yanayımda bu Arapların ki kontrolsüz bir kalkışma. Yok canım hatta tam kontrollü, CİA yönetiyormuş zati. Ben böyle isyanları sevmem, beni korkutur kardeşim. Mısır Tahrir meydanlarında ki halleri neydi öyle, mini etekli kadınlarla, türbanlı kadınlar yan yana isyan ettiler, olmaz öyle şey. İsyan dediğin yukardan aşağı örgütlenip, bir disiplin içinde olmalı. Hatta askeri bir disiplin olmalı, askerlerde olsa iyi olur tabi, o zaman ona isyan değil darbe diyorlar ama fabrikalarda askerler bildiriyi okusa kurtarmaz mıyız?
Bende bu askerlerden korkuyorum da kardeşim onlarsız da olmaz ki. Hazır silahlı güç değerlendirmek lazım diye aklıma geliyor.
Neyse bu arada bizim hırsız ne yaptı sarmaları bitirdi mi? Yok canım tencere çok büyüktü tek başına yiyemez bence. Korkularımız hiç bitmiyor, 11 Eylülle birlikte EL KAİDE, BİN LADİN korkusu ne hale getirmişti bizi. Başta ABD olmak üzere batı dünyası milenyum çağına bir kabusla uyandı. Irak işgali, Afganistan derken bütün bir Ortadoğu savaş alanına çevrildi de korkular hafifledi. BİN LADİN’in geçenlerde naklen öldürülüşünden sonra, batı rahat bir nefes aldı denebilir. Bir şey soracağım gerçekten BİN LADİN öldü mü sizce, benim kafam karışıkta biraz.
Sonraları KÜRESEL ISINMA geyiği başladı, bakın ben bundan hiç korkmadım, ha eve yaptırdığım yedek su deposu mu? O ne olur ne olmaz diye, aslında bende susuz kalma fobisi var. Canım her şeyden de korkan bir adam değilim, misal KUŞ GRİBİ’nde çatır çatır tavuk yedim. Hem de ne zaman, KIRIM KONGLU KENE ülkemizde cirit atarken, ben pikniklerde mangalın başında tavukları götürdüm. Hatta hiç unutmam, bir bir SAHTE RAKI’dan insanlar ölürken, ben rakı içmeye hiç ara vermedim. Hoş bizim rakı garantiliydi. Çünkü boğma rakıydı ve arkadaşımızın annesi yaptığı için sorun yoktu ama olsun korkmadığımı göstermez mi bu.
Durun bir dakika bir şey düştü, büyük bir gürültü oldu, hırsız acemi galiba baksana bir buzdolabını bile açmayı beceremiyor. Gitti güzelim sarmalar.
Sarmaları düşünüyorsun sende, bir tuhafsın. Ya bilgisayar gittiyse? En iyisi bir bakmak, acaba işini bitirip gitmiş midir? Neme lazım ortalık iyice sessizleşsin sonra kalkarım. Hiç ses gelmiyor sanırım gitmiş.
“Baba baba kalk hadi! Bugün sen beni okula götüreceksin!”
O da ne? Gece bitmiş, kızım beni uyandırdığına göre. Ortalıkta hırsızda yok ama ben terlemişim, korkularımızı tekrar ederken, hem de nasıl. Uyanmak gerektiğini kızım hatırlattı bana, korku düşleriyle düşürmeye çalışıyorlar bizleri, tek tek ve hep birlikte.
Uyanmak ve bilmek gerek onların düzenine hizmet eden bütün bu korkularımızı.
Fakirler, açlar niye var? Orta sınıfı korkutmak için.
İşsiz kalma korkusu, işten atılma, kredi kartları, ev taksitleri, açlık korkusu barınma korkusu… Bitmez tükenmez tali korkular.
“Hadi baba uyan artık!” diyor kızım.
Haydi artık uyanalım ve asıl korkmamız gerekenin geleceğimizi belirleyememek olduğunu görelim. Bir arada yaşamayı beceremeyen insanlar olmamızdır asıl korkmamız gereken. Sermayenin her şeyi belirlediği ve insanın meta bile olamadığı, günlerin yakın olması, bizi kokutmalı.
Korkuyu beklemiyoruz artık, korkacak bir şey yok. Alanları dolduran bizler, örgütlü duruşlarımızla geleceğimizi belirliyoruz.
Siper yoldaşlığında, yeni bir sürecin içinde gelecek ellerimizle yükseliyor.
“Hadi baba uyan artık okula geç kalacağım!”
Uyandım kızım korkutamazlar artık bizi, ne KCK operasyonlarıyla, ne sahte ERGENEKON düzmecesiyle ne de DEVRİMCİ KARAGAH operasyonlarıyla. Çünkü bir arada durmanın ayrıcalığını yaşıyoruz.
Emek, özgürlük ve demokrasi için olmazsa olmazımız siper yoldaşlığıdır.
Tamam kızım, şimdi uyandım çünkü bütün korkularımı asıl ben korkuttum bir daha hiç gelemeyecekler…

30 Haziran 2011 Perşembe

yerli dizi, gereksiz uzun

Düşen Düşlerim 2
Yerli Dizi, Gereksiz Uzun
Bir dizi düşünüyorum; herkesi TV’nin başına oturtan, reytingleri tavan yapan bir dizi. Muhteşem bir dizi olsun istiyorum, BBC de bile yayınlanabilsin. Neymiş Arap kanalları, önemli olan Avrupa da, Amerika da yayınlanması. Öyle bir dizi olmalı ki, Spartaküs yanında halt etmeli. Bu dizi varya bu dizi, halkımızın beğenisiyle en az totalde yüzde 58 olmalı. AB de 15, shaer de 5 olsa yeter. Önemli olan, halkımızın geneli tarafından kabul görmesi.
Dizinin konusuna gelince, dizi hem hak’dan, hem halktan bahsetmeli. Zenginde olmalı, fakirde ama paranın nereden geldiği belli olmamalı. İkide bir Allah’ın adı anılmalı, sonra bol bol camii sahneleri ve bayrağımız yan yana görünmeli.
Değil mi ama? Yıllarca Amerikan filmlerinde kilise, Amerikan bayrağı görmekten, bir hal olduk. Zaten, bütün sevdiklerimiz Amerika’ya kaçtı, şey pardon gitti. Biz ülkemizi çok seviyoruz, bunu dizimizde belirtmeliyiz. Sonra, esas oğlan ve esas kız olmalı. Birbirini severler ama kavuşamazlar. Vadide geçmeli olay, kurtlar kuzular olmalı. Esas aşkın dışında, en az on tane daha, kavuşamayan “yan aşk hikayeleri” olmalı. Çünkü halkımız aşkı bilmediğinden, başkalarının aşkında kendini yaşıyor. Bunu Yeşilçam da öğrenmiştik.
Dayı yeğen olmalı, ama eziyete dönüşmeyen pasajlar olmalı. Sonra azcık solculuk olmalı. Mesela, solcu mahallesinde bazı bölümler çekilebilir, misal bir atölye sahnesi olabilir, tekstil atölyesi iyi fikir. Birde, mutlaka çok zengin ve iyi yürekli bir amca olsun(Hulusi Kentmen öldü, onun yerine geçecek biri olmalı), zaten zenginler hep iyi yüreklidir, varsıllığı nereden geliyor değil mi ama. Yoksullar olmalı; “tembel oldukları için yoksullar”, bunun mutlaka altı çizilmeli. Kolay kadın olmalı, su testisi suyolunda kırılır, kıvamının altı çizilmeli, üstüne ünlem konulmalı. Yakışıklı erkek, bu kolay kadınla birlikte olsa da, esas kızı sevmeli. Esas kızda, evimizin kızı, mahallemizin namusu kıvamında fazla cıvımayan, fazlada sert olmayan, herkesin evlenmek isteyeceği(evlenmeden önce bu kadını becermeyi, kimse aklından geçirmemeli). Her bölümde ağlasa iyi olur, halkımız ağlayan kadını sever. Ağla ağla bir hal olan kadının, aslında çok zengin olduğu çıkmalı. Kavağın yeli, asmanın konağı, yaprağın dökümü konu başlıklarında toplanan ve “uyu Türkiye halkları uyu” diye, kısaca özetlenen bu “dizi dizi diziler” furyasında, yerimizi alabiliriz artık. Cemaat işlerine bulaşmış, bir başrol gerekli. Senaryo arada ergenekonu, 28 Şubatı irdelerse, tadından yenmez. Hatta konsept danışmanları bir solcu, bir sağcı bir de orta yolcu olursa, dizinin inandırıcılığı artar. Zaten okumayan halkımız, gerçekleri de, bizim dizimizden öğrenir. Yani hayırlı bir iş yapmış oluruz. Sektördeki insanları istihdam ederiz. En az, birkaç sezon süründürecek, şey sürecek demek istedim, hikaye olmalı. Varsa çocuk, birkaç kez kaçırılabilir, çocuk yoksa esas kız kaçırılsa da olur. Töre işine girmeli, ama oradan çıkılmamalı, mümkünse. Birde, tabii paranın nereden geldiğini, göstermenin anlamı yok. Nasıl olsa ne önemi var. Bak, kriz bizi teğet geçti, ülkemize dolarlar aktı, biliyor muyuz nereden geldiğini. Demokratik bir tutum olsun dizide, ama kimin ne söylediği de anlaşılmasın. Düğün sahnesi olsun, ama evlenemesinler ya da evlenecek gibi olsun, evden çıkmasınlar. Sonra silahlar konuşsun, ama insanlar ölmesin. Figüranlar niye var, demeyelim, onlarda aksiyona katılsın. Kan revan içinde, kalınsın ama boğaza nazır, çay içmeyi unutmayalım. Şu rakılı, biralı küfürlü Behzat, tiplerinden vazgeçmeli. Halkımız içmiyor, kuru üzüm yiyor. Mutlaka, bir Cuma namazı sahnesiyle huzur bulan, refaha kavuşan, aklananlar olmalı. Caminin gölgesinde, ülke sorunları konuşulmalı, hareme girilmeli, harama el uzatılmamalı. Uçkuruna düşkün Osman dizi konusu yapılmamalı, ceddimizden bahsederken baltacılar, çadırlar ve haremde neler olduğu konuşulmamalı…
Yeter… Ben de, bu diziyi çok uzattım ve sıkıcı olmaya başladı. Ay içim daraldı…
13-14 yaş grubuna, yazılan dizilerle uyutulan halkım; artık bu sündürülmüş melodramlara, son verme zamanı gelmedi mi? Sanki bir dizinin içinde yaşayanlar gibiyiz, zenginlerin yazdığı bu senaryoda başrolü hep onlar kapıyor, çünkü sermayeleri var.
Figüranı, ışıkçısı, kameramanı, dekorcusu, makyözü hatta bir ilişki ile yan rol kapmış sanatçı abi, bir araya gelelimde işçilerin ezilenlerin başrol oynadığı “işçilerin dünyası” adlı filme, hem de sanatsal içerikli toplumsal filme geçsek, ne dersiniz?

24 Mart 2011 Perşembe


KIRK KÜSÜR YILLIK HAYATIM


Hayatım denen serüvenime, soğuk bir kış günü, Ankara da başladım. Aylardan şubattı, kısa ve telaşlı bir aydır, bilirsiniz. Tam ortasını, iki gün geçe, yani şubatın16. gününde, ağlaya ağlaya gelmişim, dünyaya. Unutulmaz bir yıl olmuş, doğduğum yıl. Romanlar, öyküler, filmler şiirler yapılmış, doğduğum yıl için. Kuşaklar anılmış, yılın adıyla. 1968 baharını görmüşüm, ama kundakta. Olsun, yinede etkilenmişim herhalde ki, hep demişim, asıl biziz 68’liler.
Ankara’nın kara kışı, bitmez geceleri ve varoşların, bir arada yaşamayı öğreten uyumuyla; günlerimi, top oynayarak geçirmişim. İlkokulu, ortayı, liseyi ve de üniversiteyi, hep Ankara da okudum. Orta yaşa kadar, Ankara da devam etti hayatım. Ankara, diğer şehirlere benzemez, bir zaman sonra mutlaka tükenir, kendini bitirir, sizde. Bende ki Ankara, 2005 de bitti ve artık İstanbul macerası başladı. Şimdi İstanbul da yazmaya, düşünmeye ve tiyatro yapmaya çalışıyorum.
“Tiyatroya kundakta başlayanlardanım, ilk sahne deneyimim…”
Diye başlayan, cümlelerle değil ama okul hayatımın, tiyatro ile sürdüğünü, söylemem gerek. Lisede(Bahçelievler Cumhuriyet Lisesi), daha ciddileşen tiyatro çalışmalarımız, beni etkilemişti.
Dil ve tarih-coğrafya fakültesi, tiyatro bölümünü okurken, bir yandan da Canşenliği Oyuncuları’nı kurmuş, çalışmalarını sürdürüyorduk. Halen bu tiyatroyu ayakta tutmaya çalışıyoruz.
“Eğitimde Tiyatro” alanında; birçok çalışma yaptım. Çeşitli kurum ve kuruluşlarda, tiyatro eğitmenliği yaptım. İlköğretimlerde, liselerde, sendikalarda, derneklerde velhasıl; okul öncesi çocuklardan, emeklilere kadar, her yaştan ve her sosyo-ekonomik yapıdan insanlara eğitim verdim ve tiyatro yaptım.
Tiyatro metinleri yazmaya, oynamaya ve de yönetmeye devam ediyorum.
Masalların zenginliğinde çocuklarla birlikte oluyorum. Bu masalların bir kısmını görselleştirip TV formatında sunduk.
Forum tiyatro ve Sokak tiyatrosu alanında; insanların değişimlerine, katkıda bulunmaya çalıştım.
Anadolu’yu ve Avrupa’nın birçok yerini tiyatro turneleriyle gezdim. İnsanları gördüm, kentleri sokakları tanıdım. Öyküleri, tınıları dinledim. Yani tiyatro yaparak çok şey öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum.