19 Ağustos 2010 Perşembe

“DÜŞÜNÜYORUM ÖYLEYSE VARIM/VURUN!


“DÜŞÜNÜYORUM ÖYLEYSE VARIM/VURUN!
Bir gazetecinin ardından!
Uzun yıllar önceydi ve bende herkes gibi gençtim. Yani benimde gençlik yılarım vardı, diğer bir değişle hızlı zamanlarım. Bu hızlılığı her anlamda anlayabilirsiniz. Aşkın ve kavganın hızlılığının en caf caflı yıllarından bir olan, 1986 yılının sanırım bahar aylarıydı ve ben çiçeği burnunda bir üniversite de öğrencisiydim.
Solculuk ve siyaset yani devrimcilik 12 Eylül Faşizminden sonra yeniden ete kemiğe bürünüyordu, bizim kuşakla. Hacettepeli olmanın ayrıcalığıyla bu süreci belirleyen gençlerdendik, biz. Ankara da aydın hareketi birçok etkinliğe imza atıyordu. Bizlerde o günlerde; bu panel senin, o söyleşi benim, sineması ve tiyatrosuyla dolu dolu günler yaşıyorduk. Ayrıca, Sakarya akşamları birahanelerde yaşanan yoğun tartışmalarla mücadelenin seyri gittikçe hızlanıyordu. İşçilerde de yavaş yavaş yükselen bir eylemlilik vardı. ASELSAN direnişi, vizite ve sakal bırakmalar, işçi sınıfı hareketinin 12 Eylül’den çıkış günlerinin habercisi olarak görünüyordu.
Birde o dönemden çıkışı; yani kitapların tutsak edildiği edilemezse yakıldığı dönemden çıkışı belirleyen bir sergi ya da haftalar vardı ki, bizim için çok anlamlıydı. “Cumhuriyet Kitap Fuarı” olarak sanırım birçok büyük ilde kuruluyordu. 1986’nın bahar aylarında TÜRKİŞ sendikası genel merkezi altında bu fuarlardan biri düzenlenmişti. Söyleşi, panel ve dizi etkinliğin içinde yazarların “imza günleri” de vardı. İmza günleri çerçevesinde İlhan Selçuk kendi kitaplarını imzalayacaktı.
Bende ilk ve son defa bir yazara kitap imzalatmak için sıraya girecektim. O günden sonra bir daha kitap imzalatmak için sıraya girmedim, girmeyi de düşünmüyorum. Bu bir tercih, bu benim tarzım. Herkes benim gibi düşünmek ve yapmak zorunda değil. Ben yazarları kitaplarıyla tanımak istiyorum ve orada kalmalarını istiyorum. Olumlamaya bilirsiniz ama benim tarzım.
O gün; “düşünüyorum öyleyse vurun!” adlı kitabı elimde olan İlhan Selçuk’u bekliyordum. Kendisinden hoşlandığım kız arkadaşımın kitabını, onun için imzalatacaktım. Hoş bir sürpriz olacaktı ve olmayan ilişkimiz için iyi bir jest olur diye düşünüyordum. Kendi kitabını, yazarı tarafından imzalanmış bir şekilde verecek ve onu etkileyecektim. Genç bir insan olarak düşündüğünüzde akıllıca bir tutum olduğunu görebilirsiniz.
Sonuçta hoşlandığım kız için sırada bekliyordum ve sıra bana geldi, karşımda İlhan Selçuk vardı pardon İlhan Selçuk’un karşısında ben vardım ve çok heyecanlıydım. Elim ayağım titrerken çok net bir şekilde kitabımı uzattıktan sonra arkadaşımın ismini söyledim. O bana ismimi sordu. Bende afalladığım halde çaktırmamaya çalışarak, kızın ismini tekrar söyleyip, ona imzalayacaksınız dedim. Ancak, İlhan Selçuk ısrarla; “anladık onu, o hoşlandığın kızda, ben senin ismini merak ediyorum.” Dedi. Ben şaşkınla ismimi ve soyadımı söyledim; Haldun Açıksözlü… Demez mi bana; “ ah be evladım eğer soyadın gibi bir insansan, yani “Açıksözlü” bir insan olursan, bu ülkede başın hiç beladan kurtulmaz. Çünkü bu ülkede doğruları söylemek, “Açıksözlü” olmak, hep suç olmuştur.” Kafamı sallayarak cevap verdiğimi hayal meyal hatırlıyorum, sonuç itibarıyla nutkum tutulmuştu, doğal olarak. Ben şaşkınla imzalanmış kitabı elime aldım. O dönemde beni çok etkilenmiş bir yazarla, beş dakikalık süreç yaşamış olmam sanki bende bir sıçrama yarattı(nitel bir değişimde diyebilirsiniz). Bu olay beni birden bire birkaç yıl yaşamış hale getirdi. Öylesine etkilenmiş “yeni yetme devrimci” olarak hayata başka türlü bakmaya başlamıştım. Devrimci ya da aydın olmanın bu ülkede cezaevinden geçtiğini bilmenin ötesinde artık bu bilgiyi kesinleştirmiştim. İnsani bir bağ kurduğum bu gazeteci, geçenlerde hakkın rahmetine kavuştu yani öldü.
Hayatımda ilk ve son kez kitap imzalattığım; bu yazar, gazeteci öldüğünde ben ağlamadım. Kendimi sorguladım neden diye? Düşünün ki ben, Can Baba(Can Yücel) öldüğünde tam bir hafta evden çıkamadım, hastalandım, acım bana nefes aldırmadı. Sonuçta katlanamadım ölümüne “can baba”nın ölümüne.
Peki, İlhan Selçuk’a neden üzülmemiştim, neden gözyaşı dökmemiştim. Ölümünden üzülmeliydim sanırım, haydi üzülmedim bari hüzünlenseydim değil mi? Bunların hiçbiri olmadı. Sadece neden üzülmedim diye kendime kızdım. Nasıl bir insan olmuştum da; bu kadar yazılarını okuduğum gençlik yıllarımın en önemli bir yazın adamının ölümünden etkilenmemiştim. Bu bir değişim ve farklılaşmanın sonucuydu. Kendime kızdım ve tek tek her şeyi hatırlamaya başladım.

Değil mi ki bu yazar, yıllar önce başladığı yazın pratiğine soluksuz bir elli yıllık tarih yazmıştı. 12 Eylül Faşizminin ardından bir demokrasi ve insan hakları mücadelesi veren bir gazetenin başyazarıydı. İnsanlara işkence yapıldığını anlatan ve devrimcilerin yargısız infazlarla yok edildiğini belgeliyordu o gazete. Sonra Diyarbakır zindanlarındaki direnişi bize gösteriyordu. O dönemin sol gazetesiydi bizim için, hatta tek sol gazete. Kenan Evren’e rağmen anayasaya hayır diyeceğim diyen gazeteciydi o. Özal ve onun yandaşlarının pisliklerini bir bir ortaya seren bir gazete. Ben bunlara tanık olmuştum gençlik yıllarımda. Yani seksenli yıllar dediğimiz yıllar, o karabasan yıllarda; bir ışıktı o gazete ve o gazeteci.
Bir de geçmişini okuyorduk öğreniyorduk. Yön hareketinin içinde olduğunu, Doğan Avcıoğlu gibi bir araştırmacı bir devrimci ile birlikte hareket ettiğini biliyorduk. Başarısız bir “devrim” (darbe) deneyimini öğrenmiştik. 9 Mart girişimi dedikleri, BAAS partisi diyorlar hani. Asker aydın girişimciliğinde sosyalist(devletçi kapitalizm de diyebilirsiniz) bir model inşa etme çabası. Hoş bu model şimdi başka Müslüman ülkelerde uygulanmaktadır. Beğenmeseniz de antiemperyalist ve anti Amerikancı bir duruşları var.
Konuyu dağıtmadan yine o yazara gelelim; Kemalist yıllarımın en iyi devrimcisi, o olmuştur. Marksizm’le tanıştıktan sonra, azcık yavan azcık ulusalcı gelmeye başladı bana, belki eski tadı alamadığımı itiraf edemesem de bir yol ayrımına doğru gidiyordum hem yazarla hem de gazetesiyle. Aslında bu aydınların sosyalist devrimci olmadıklarını kavramaya başladığım yıllardı. Onların bir jakoben(tepeden inmeci) olduklarını ve babamın deyimiyle “halka rağmen halkçı” olduklarını öğreniyordum. Bu yıllar aynı zamanda benim Kemalizm ile de yollarımı ayırmaya başladığım yıllardı. Öğrenmeye ve bilgiye olan açlığımız, her şeye acilen sarılmamızı gerektiriyordu. Onun ve Uğur Mumcu’nun panelleri konuşmaları, söyleşileri 85 ve 86 yıllarında ulaşabildiğimiz çok az aydından bir kaçıydı. Binlerce kitapları yakılmış nesillerdik biz. Bilimden, felsefeden uzak tutulmaya çalışılmış âdete hücreleştirilmiş bir ülkenin insanları olarak yaşıyorduk. Harçlıklardan alınabilen sadece ansiklopedilerdi. Fasikül fasikül ansiklopedi topluyorduk(hoş bu katkıların bizim solcu aydınlara gittiğini öğrendiğimde diyalektiğin nasıl bir zorunluluk olduğunu anlamıştım ki, bu mutlu etmişti bizi. Düşünsenize evinize alabildiğiniz tek okumalar bu fasiküller ve onları da bizim sosyalistler yazıyor. Ansiklopediler coğrafya, hayvanlar ve fosiller üzerine de olsa bu çok güzel bir dayanışma…)
O dönemde, o gazeteci ve onun gazetesi çok önemliydi. 87 yılı ve sonrasında; yeni yayınların çıkmaya başlaması, bizim kaynaklarımızı çoğaltmıştı. Bu kaynaklar, olaylara ve olgulara farklı bakış açıları sağladı. O dönemde, Kürtlerin başlattığı isyan ya da özgürlük ateşi beni de etkiliyordu. Bir Üniversite öğrencisi olarak arkadaşlarımızın dağa gidişine tanık olmak kolay bir süreç değildi. Bu süreçte o gazeteci ve gazete Kürt devrimcilerine saldırıyordu ki bu bana kabul edilir gelmiyordu. Ama yinede günlük okuduğumuz gazete aynıydı ve değiştirmemiştik. Bu süreçlerde TC’nin de emperyalist olduğunu ve bunu Kıbrıs’a ve Kürdistan’a bakarak anlamaya başlamıştık. Aslında bunu görmekte geç kalmış bir sol aydınlanmanın çocukları olduğumuzu inkâr etmememiz gerektiğini düşünüyorum.
Yolarımız gittikçe ayrışıyordu, o yazarla ve onun gibi düşünenlerle. Aslında onların bizim anladığımız anlamda sosyalist olmadıklarını, enternasyonalizmden bi haber olduklarını kavramaya başlamıştım. Nasyonal Sosyalist olan bu yazarlar(Almancı olduklarından değil bu belirleme, bizzat kendilerinin önermelerinden ve Baasçı politikalara bakarsak daha iyi anlaşılıyor bu durum.) Kürt gerçekliğinde ilk sınavı kaybetmişlerdi, benim açımdan. Araya birçok düşünsel farklılıklar girmeye başladı. Bu çelişkiler gittikçe büyüyor ve yol ayrımı kaçınılmaz oluyordu.
Daha sonraki yıllara geldiğimizde yani duvarların yıkıldığı Sovyetlerin çöküşü ile “Bağımsız Türk Devletler”inin açığa çıkmasıyla birlikte o yazarın kaleme aldığı yazı tamamen yollarımızı ayırdı. O yazıda Pantürkizm övülüyordu ve şimdi Pantürkizm zamanıdır diyordu yazar. Türkîli Cumhuriyetler bizi bekliyor diyordu. Biliyorsunuz bu düşünce doksanlı yıların ortalarına kadar sürdü ve daha çok bu düşünceyi hayata geçirmeye çalışanlar ülkücüler oldu. Hatta Özer Çiller Çetesinin Başarsız darbe girişimleri ve Susurlukta patlayan bir sürü çirkin ilişki. Bunları hatırlayınca, o yazarın nasılda bize solcu diye yutturulduğunu ya da bizim yuttuğumuzu anlamakta zorlanıyorum. O yazıdan sonra artık, o gazeteyi almayı da bıraktım, elime geçtiğinde okuyordum ama para verip almıyordum.
Baksanıza Kemalizm’le en büyük hesaplaşmayı yapmış hoca(Yalçın Küçük) nerelere savruldu. Hoca bize; sosyalistlerde iktidar hırsı yok derdi, kendide “sosyalist iktidar” geleneğinden geldiğinden bunu ikide bir söylerdi. Meğerse ne olursa olsun(Makyavelizm oluyor bu), katil askerler, işkencecilerle, paşa hazretleriyle bir iktidar. İşte bu sınıftan ve ezilenlerden kaçış anlamına geliyor ki, bizim buna nefesimiz ve soluğumuz yetmiyor. Çünkü biz halka ve işçilere rağmen halkçılık olmaz diyenlerdeniz.
Konuyu yine yazara getirelim. Son dönemde işkencecisiyle barışan bir yazar, aydın olarak da tarihe geçmiştir. İktidar hırsı sanırım böyle bir durum.
93 Ocak ayında Uğur Mumcu öldürüldüğünde binlerce insan sokaklara döküldüğünde, ben çıkmayanlardandım. Çünkü biz devrimcilerin turnusolü olan “Kürdistan Sorunu”nda hem Uğur Mumcu hem de gazetesi ırkçı ve şoven kalmıştı. Hele ki katliamın Kürtlere yazılmaya çalışılması da ayrı bir çapsızlıktı. 93 yılı felaketler yılı olarak geçer ki bu konulara pek girmek istemiyorum. Sanırım “özer-çiller çetesi”nin en çok çalıştığı yıl olarak tarihe geçti 1993. Sonraki yargısız infazları, faili meçhulleri saymazsak. 90’lı yılların sonlarına doğru artan devlet terörü ve sürekli bir şeriat geliyor, korkusu. İran olmayalım sendromu, insanların yönünü başka bir yere götürmeye çalıştı o gazeteci ve gazetesi. Birinci cumhuriyete sahip çıkıyoruz derken, statükoya sahip çıkmaları ve artık gazeteci, gazetesiyle birlikte net olarak bir “Sol Türkçülük” yapmaya başlamışlardı. Bu durumda aramızdaki açı uzlaşmaz hale geldi.
Şeriata karşı olmayı, devrimcilik ve solculuk olarak algılayan bu zihniyet; faşistlerle ve TC’nin en geri unsurlarıyla iş birliği yapmaya başlamışdı. Kemalizm içinden doğmuş bir “sol”un dönüp dolaşıp kendini Kemalizm’in içinden çıkamaz hale getirmesidir gördüğümüz aslında. (Beklide uzun bir araştırma konusu olabilir bu durum.) Bu da Kemalizm’in başarısıdır ki; bunu sadece sol da değil, sağın bütün yelpazelerinde de görebiliriz. Uzun soluklu bir yazı konusu olan bu süreç bir kez daha bize göstermiştir ki; Anadolu Sosyalistleri için “Kürt Özgürlük Mücadelesi” bir turnusol olmuştur. Mihenk taşıdır dünya ölçeğinde. Sömürgeci TC’yi görmek ve anlamak gerekir. Burada çıkan sonuç budur. Ezen ulusun sosyalistleri koşulsuz şartsız ezilen ulusun devrimcilerine, önderliğine saygı duymak durumundadır. Ezilen ulusun milliyetçiliğini pozitif ayrımcılıkla tölarize etmelidir.
Sanırım yazının konusunu aşıyoruz, bu yakıcı konu gündemimizde durmaya devam ediyor ama yazarın ardından yazmaya devam edelim. Evet o yazarın dediği gibi doğruları söylediğim için hiç başım beladan kurtulmadı. Bu ülkede işlenen bütün düşünce suçlarını işledim. Eski 8/1 den ceza yedim. 312. maddeden ve 159. maddeden de yedim cezalarımı bunlardan dolayı kısa süreli cezaevi ziyaretlerimizde oldu. Bugünlerde ülkemize A-K-P demokrasisi olduğu için oynadığım bir oyundan dolayı yargılanmaya devam ediyorum. Biliyorsunuz düşünmek suç değil ama düşündüğünü söylemek suç, hala. Bilenler bilir “Laz Marks” oyunundan dolayı halen yargılanıyoruz. Rize de açılan dava sürüyor “başbakana hakaret davası”. Bu davaya şimdilerde Amasya’dan yenisi eklenmek üzere, soruşturma aşamasında devam ediyor.
Yani İlhan Selçuk gibi “Ergenekon”dan yargılanmadık ama halen Açıksözlü olduğumuz için başımız beladan, mahkemeden soruşturmadan kurtulmuyor. Çünkü biz bu ülkede halen ezilenlerden, işçilerden yana sanat yapamaya devam ediyoruz. Bilirsiniz fiziğin kuralıdır hareket eden nesneler bir yerlere çarpar.
Yolarımız ayrılmış olsa da o gazeteciye, gazetesine yolları açık olsun ve İlhan Selçuk’a rahmet sevenlerine baş sağlığı dileyelim.

Haldun AÇIKSÖZLÜ
Temmuz 2010

Hiç yorum yok: