19 Ekim 2011 Çarşamba

temmuz 2009 da yazdığım ve yayınlanmayan yazım...

NE YAPMALI? GİRİŞ

Bazı zaman dilimleri vardır at izinin it izine karıştığı dönemlerdir.

Kimin “solcu” kimin muhafazakâr kimin liberal ve en sonunda da kimin sosyalist olduğu konusunda kafalar tamamen karışmış durumda. Elimizde bir ölçüt olmalı ki konuşulanları ya da konuşanları anlayabilelim. Tabiri caizse elimizde bir üfleme aygıtı olacak, konuşanların hemen üflemelerini isteyeceğiz ve promillerini(solculuklarını) ölçebileceğiz. İşte benim bu yazı dizisinin amacı bu aygıtı oluşturmak. Bu aygıtın ihtiyacı “her dost dosdoğru dost değildir” özlü sözünden çıkmıştır.

Bir bakıyoruz ki ayrılanlar, taraf olanlar ayrılmalarına rağmen, daha çok yol yordam biz de kaldı, diyorlar.

Taraftarlarını çoğaltmaya çalışanlarda kendilerini bu ülkenin her konuda bilirkişisi ilan etmişlerdir. Misal; “solculuğu taksim meydanına çıkmak ve AKP karşıtlığına indirgemişler” diyeceksin. Taksim meydanına çıkmayı küçümseyeceksin ama senin gençlerin, otel odasından pankart sallayacak ve sanki bu ülkede katillerden hesap sorulmasını bir siz istiyormuş gibi davranacaksın.

Militarizme en çok bunlar karşıdır ve sanki ilk kez askerlerin pisliklerini açığa çıkarmışlardır, gibi davranırlar. Yılardır 12 Eylülcüler yargılansın diye mücadele edenler, basın yayın organlarında “Yüksek Ova Çetesi”ni açığa çıkaranlar, Eşref Bitlis’in öldürüldüğünü, Cem Ersever’in katledildiğini, Turgut Özal’ın suikastta uğradığını yazanlar çizenler hiç hatırlanmaz ve bilinmez. Bu liboşlar sayesinde sanki, konular tartışılır oldu. Bu gerçekleri romanlarında yazıp yargılananlar ve ceza alanlar, ne oldu. TSK’ya karşı gerilla olarak savaşanları görmeyeceksin, duymayacaksın sadece ve sadece tarihi kendi “taraf”ından bahsedeceksin.

İşte bunlar gençlerin ve dahi bizlerin kafasını karıştırmaktadır. Bu yazı bir giriş olarak algılanmalı ve politik süreç de ne yapmamız gerektiğini tartışacağız. Üst perdeden ahkam kesen bir dil değil, arayış içerisinde bir bakışla yaklaşacağız konulara. Ama tavrımız mutlaka net olacak. Bütün bu karmaşa önümüze sunulan iki seçenek çıkıyor. Ya A-K-P’nin taşeronluğunda Fettuhülerin şeriatı gelecek ya da askerlerimizin koruması altında laik cumhuriyete devam edeceğiz. Ben toptan yıkalım diyorum, fark etmez hepsini birden yıkalım. Şeriattan kaçarken militarizm kucağına oturmak pek sağlıklı değil çünkü. Bizim askerlerin Kürdistan da yaptıkları ortada, onu göremediniz madem 2 Temmuz Sivas da oteldeki arkadaşlarımızı korumak yerine Alibaba mahallesini ablukaya alıp Alevileri ve devrimcileri tecrit etmelerini hatırlaya bilirsiniz. Hele balık hafızalı değilseniz “12 Eylül”de asılan devrimcileri hatırlaya bilirsiniz. Militarizm militarizmdir, bunun iyisi kötüsü olmaz. Bizim devrimci mücadelemizde askeri yöntemleri kullanıyor olmamız, militarizmi olumlamaz.

Ağustos ayının sıcağında şu yol haritasına ve Kürt meselesine soldan, soldan bir bakalım ve ne yapmamız gerektiğini bir bir tartışalım istiyorum. Öncelikle bu kadar karışıklık içerisinde bizim turnusolumuz yani ölçütümüz ne olacak.

90’lı yıllarda savaşın boyutlarının çok büyük olduğu yani köylerin yakıldığı, o bin operasyonların yapıldığı dönemde biz “yaşasın halkların kardeşliği”, “savaşa hayır” diyorduk. Mahkemelerden mahkemelere koştururken, bazı arkadaşlarımız “siz tiyatrocusunuz, bu işlere karışmasanız olmaz mı, bak hep sorun çıkıyor karşınıza, sanatınızı icra edemiyorsunuz.” Diyorlardı. Bizde onlara cevap veriyorduk Brecht’in sözüyle; “bu kadar kan ve gözyaşını görememek aptallıktır. Bunları görüp de müdahale etmemek hainliktir. Biz ne aptalız ne de hain olabiliriz.” Diye cevap veriyorduk. Yetmiyor bir de; “yirmi otuz yıl sonra diyelim ki Kürt halkı yok edildi. Sana çocukların, torunların sormayacak mı; yanı başında bir halk yok edilirken baba-anne sen ne yaptın?” diyorduk.

Pandora’nun Kutusu;

Bugün gelinen noktada yol haritasıyla ağustos sıcağında yeni bir süreç başlayacak. Adeta “Pandoranun Kutusu” açılacak sendromuna giren bir bekleyişe girdi insanlar. Aman kutudan çıkan ilk şeylerden korkup sonunu beklemezlik etmeseler iyi olur. Ateşkes sürecini TC bu sefer adam gibi değerlendirse iyi olur. Yoksa kan ve gözyaşı dinmeyecek. Bu savaşın sona ermesi iki taraf içinde kaçınılmazdır. Yol haritasında ne çıkacağını bilmiyoruz ama hükümetin verebilecekleri olarak basına yansıyanlar çok komik. Misal köy adları değişecekmiş, merak ettiğim şimdi Kürt köyü olan eskiden Ermeni Köylerinin adları ne olacak. Kürtçe yayın yapan özel TV’lere izin verilecekmiş, üniversitelerde Kürdoloji bölümü açılabilir, falan filan. Yani çok ete dişe dokunur bir şey yok, anlayacağımız.

Ağustos sıcağında Öcalan’ın çizeceği yol haritasından ne çıkacak bilmiyoruz ama Pentagonu pek memnun etmeyeceği kesin. Çünkü zaten ABD, Kürt meselesinde çözümü Barzani ve AKP de görüyordu ki olmadı. Bir referandum sayılabilecek 29 Mart seçimlerinde Kürt Halkı, “önderliği” ve DTP’yi seçti. Seçim sonuçları, “süreci” bugüne taşıdı. Liboşlar başta olmak üzere herkes Öcalan’ın yol haritasını merakla bekliyor. Çünkü herkes kabul etmiştir, çözüm İmralı adasından geçiyor. Liboşları korkutan, kutudan çok şey çıkması. Şimdiden uyarı yazısı yazmaya başladılar bile(misal E. Özkök’ün 18 temmuz da ki yazısı).

Türkiye sosyalist mücadelesinin önünü açacak bir süreç diye, düşünüyorum. Madem bu ara, çokça sınıf ve emek eksenli bir mücadelenin zamanı diyoruz, o zaman Kürt meselesinin çözülmesi hepimize iyi gelecektir.

Bu konuda biz ne gibi bir tavır geliştireceğiz. Turnusol nedir? Sosyalistler, devrimciler ne diyor. Diyebiliriz ki biz ne dersek diyelim, “atı alan Üsküdar’ı geçecek”. Olsun biz yine de eşeğimizi sağlam kazığa bağlayalım ve iki tarafa da en azından biz demiştik deriz. Çünkü şuan politik bir etkinliğimiz olmasa da tarihe şerh düşmekte fayda vardır. Öcalan’ın kutudan ne çıkaracağını bilmiyoruz ama Kürt özgürlük mücadelesinin geldiği bu nokta da; anadilde eğitim, Kürt halkının anayasa da tanınması, savaş mağdurlarının telafisi, tutsaklara özgürlük, 12 Eylül ile başlayan savaş suçlarının ve suçlularının yargılanması ve buna bağlı olarak da yeni anayasanın yazılması gerekmektedir. Bu ve buna benzer taleplerle, 30 yıl süren savaşta mağdur olmuş kadınların, çocukların bir bir yaraları sarılabilir. Savaşın ekonomik yükünü çeken işçilere ne çıkar burada bilmiyoruz ama onların kayıplarının tekrar kazanılması için büyük ve top yek ün bir mücadeleye ihtiyaç vardır. Şimdi biz bunları, bu sistemin daha demokratik ve insandan yana olması dileğiyle önerdik. Bunun olmayacağını hepimizde biliyoruz. Çoğu sosyalist arkadaşımızda Kürtlere buradan bakıyor ve diyor ki, bu sistem de çözüm yoktur. Sosyalizm gelecek dertler bitecek, esprisinde takılıp kalıyorlar. Hem sosyalist olup hem Kürt meselesinde Kürt halkından yana olamayız mı acaba? Yani bizim bugün turnusolumuz ne? Ne yapmalı? Sokaktan hayattan çözümler gerek, sırça köşklerimizden yazdıklarımızın bir ehemmiyeti yok, bugüne hemen şimdiye bir çözüm yani politika yapmak gerekiyor.

Politika sıcaktır, teoriyse soğuk. Nedense biz hep teoriyi seçiyoruz, soğukta kalalım diye. Teoride yanlış yapmak çok mümkün değildir ve ortalama şeyler söyleyebilirsiniz, genel geçer de denebilir buna. Kürt meselesinde mesela, ulusların kendi kaderleri tahin hakkı vardır dersiniz. Ama Kürt halkının kendi kaderini tahin etmesini, içinize sindiremezsiniz. Burada ölçüt politikasızlıktır, belirlemezsen belirlenirsin. O yüzden biz, bir an önce ne yapacağımıza karar vereceğiz.

Gelinen süreci değerlendirirken diyeceğiz ki, artık Kürt özgürlük mücadelesi savaşla kazanacağı noktanın sonundadır, siyasi süreci değerlendirmek zorundadır, işte yol haritası da sanırım son kez bu açılımı dayatacaktır. Sonrasında ne olur, çok bilinmeyenli bir denklem olarak görülüyor. Ama bu mücadele kart, kurttan Kürt Halkı’na gelmiştir ve devletin televizyonun da Kürtçe yayın yapılmaya başlanmıştır. Bunların kazanım olduğunu bilmek ve görmek gerekiyor. Ama nihaiyi sonuç bu mudur? Hayır asla…

Bu sürecin barışa verilmiş son şans olduğunu görmeliyiz ve bu anlamıyla egemenlerin mutlak adım atmalarını sağlamak gerekiyor. Kürtlerin talepleri konusunda artık üç maymunu oynayamayacakları kesindir. Bizler Anadolu halklarının bir arada yaşama bilinciyle kardeşliğinden yana tavır almalıyız. Bu konuda sessiz kalma hakkımızda yoktur. Kürt meselesinde sistem çözüm üretemese de bir ilerleme kaydedeceği kesindir.

Bu çözüm, önderlik ve Kürt Halkı için yeterli olur mu bilinmez ama bizim için yeterli olmayacağı kesindir. Çünkü halkların kardeşliği ancak ve ancak sınıfsız, borsasız, sömürüsüz ve dahi sınırsız bir dünya da mümkündür. Bu şu demek değildir; bugüne, hemen şimdiye çözüme karşıyız ve gereksizdir.

Anadilde eğitim başta olmak üzere Kürt Özgürlük Hareketinin bütün talepleri mücadelenin bir sonucudur ve bu anlamda da gereklidir.

Kürt Halkı özgürleşmeden işçi sınıfı özgürleşemez.

Soldan daha soldan çözümler önümüzü aydınlatıyor!

Haldun AÇIKSÖZLÜ

6 Ekim 2011 Perşembe

laz marks sülümaaannn

4 Ekim 2011 Salı

"OYUN BAHÇESİ" 1


Canşenliği Oyuncuları kurucularından Haldun Açıksözlü'nün yeni kitabı çıktı. Resimlerini ve kapağını Rıfat Batur'un yaptığı, Hüseyin Güçlü'nün yayına hazırladığı "OYUN BAHÇESİ" serisinin ilki; "HAYATA HAZIRLANIYORUZ" kitapçılar da...

"Ben yaptım oldu!

Tiyatro ve sanat edimi biraz da budur; ben yaptım oldu!

Tiyatro hayatın, gerçeğin bir ve aynısı olmak zorunda değildir. Hatta olmasa daha doğrudur.

Daha çok tiyatro ve daha çok hayat için bu çalışmamızı sizlere sunuyoruz.

25 yıllık birikimin sonucu olan bu seri birinci kitabıyla sizlere sunuluyor.

Altı kitap olarak düşündüğümüz bu çalışma tiyatronun yapılabilmesi ve yayılabilmesi adına bir çabadır.

Çocuklarımız geleceği kurarken en çok tiyatrodan yararlanacaktır.

Tiyatro hayata bir prizma sunar, gerçeğin değil hakikatin peşindedir.

Hülyalarımızın, düşle­rimizin hayata dokunuşudur. Bu anlamıyla daha çok tiyatro daha çok hayat diyoruz.

Bu çalışma yirmi yılı dolduran Canşenliği Oyuncuları’nın birikimi, emeği ve ürettik­leriyle renklenmiştir.

Biz yirmi yıl boyunca kendi bildiğimiz tiyatroyu yaptık ve oldu. Şimdi sıra sizde, siz de yapın ve olsun.

Daha çok tiyatro, daha çok paylaşım…

Nice nice tiyatrolu günlere..."

DÜŞEN DÜŞLERİM 4



Bu Araç Bizi Bir Yere Götürmez

DOĞAN GÖRÜNÜMLÜ ŞAHİN

Ailecek pikniğe gitmeye karar verdik. Yaz aylarının en yorucu ve aynı zamanda en keyifli işidir bu piknik işleri.

Kalabalık bir aile bizim ki. Herkes bir arada; alevi eniştemiz, Kürt gelinimiz var, Ermeni ahbabımız da aileden sayılır. Kıbrıs’tan gelen uzaktan akrabalarımızda bizimle pikniğe geliyor. Desenize epey bir eğlence var bugün. Arap komşumuz geliyormuş bizimle. Biz böyleyiz işte, çok kalabalık bir aileyiz, aynı ülkemiz toprakları gibi. O nedenle her istediğimizde becerebildiğimiz bir şey değildir bu piknik işleri. Biz bir araya geldik ama ortada araba yok, neyle gideceğiz pikniğe…

Muhabbet başladı herkes birbirine özlemini gideriyor tamam da, iyide araba nerede, yani bizi piknik alanına götürecek araçtan bahsediyorum.

Piknik alanına erken gitmek gerek, iyi yer kapabilmek için. Hem suya yakın hem gölgesi bol hem de düz alanları olacak ki, top oynayabilelim. Piknik de en önemli unsurlar, bunlardır.

Araba nerede kaldı, geç kalıyoruz aslında…

Herkes neşeli uzun bir kış, soğuk ve sevimsiz mevsimlerden sonra bahar gelmiş, hırgür ve çatışma bitmiş ve en sonunda da sıcakla tanıştık bu yaz. Yaz mevsimi her anlamda iyidir. Hem tatildir, hem sebzeler ucuzlar, ihtiyaçlar azalır ve en önemlisi, gelen bir tatil ve neşe havası hakim olur insanların yüreğine. Bizde bu modla evin önünde bekliyoruz bizi pikniğe götürecek aracı.

İşte geliyor beklenen araç.

O da ne, bu araba doğru araba mı? İnanmıyorum, bu bildiğin yerli araç, yerli sermayemizin gururu olmuştu bir zamanlar. Hatta yerli Mercedes olarak yuttururlardı. Araba yaklaştıkça daha anlaşılır oldu, bu araç bildiğin “doğan görünümlü şahin”. İnanmıyorum bu araçla mı biz pikniğe gideceğiz, yapma ya…

Kaptanda biraz tanıdık gibi, bu kaptan liberal görünümlü muhafazakâr değil miydi? Geçen evinin balkonundan konuşma yapmış, herkese mavi boncuk dağıtmıştı ama sonra da mahallenin ortasında herkese kafa tutmuş, gerekirse mahalledeki yarıya yakın çoğunluğunu kullanıp diğer yarıyı yok sayabiliriz demişti. Bu adamla pikniğe mi gidilir, diye yakınınca hemen Kürt gelin; çok yakınma sadece bizi piknik alanına götürecek, sonrasında bizimle olmayacak. Bu demokrat görünümlü ileri faşist diktatör bizi hiçbir yere götüremez bence, diye düşünsem de benim gibi düşünen pek bulamadım ve arabaya yerleşmeye başladılar.

Baksanıza, arabada “doğan görünümlü şahin”...

Alevi Kızılbaş enişte çok meraklıydı, barıştan yana görünümlü savaş çığırtkanı kaptanın arabasına binmeye, hem de ön kapıyı açar diye bekliyordu. Kürt gelinde arkasından bir açık kapıda o bulup yerleşmek istiyor araca, ya Ermeni ahbabımıza ne demeli, arkadaş mahallemizin en güzel adamının evini, barış güvercini besliyor diye yakılmadı mı? Ben anlamıyorum bu insanları.

İyi de arabanın içi dolu be, biz nereye sığacağız.

Kaptan oldu mu şimdi?

Bütün yandaşlarını toplamış, vay Cüneyt sende mi buradasın, vay solcu görünümlü fettuhiler hep toplanmış buraya. Her alandan adamı var. Demokrat görünümlü Kürt(!) faşist yazar Mehmet bey. Her şeyi tartıştığını söyleyen ama hükümetin uygulamalarını hiç tartışmayan yazar görünümdeki yandaş. Yıllarca Alevileri devlete satmaya çalışan hatta birkaç kez de başarmış, alevi görünümlü pazarlamacı Cem bey de burada.

Bizimkilere diyorum bu araç dolu, kaptan kendi adamlarını almış pikniğe götürüyor, bize yer yok. Hepsi birden olur mu, bize de bir kapı açar, bir yere sığarız. Bizsiz piknik mi olur, kaptan bilir bunları vicdanlı adamdır, balkon konuşmasını unutma diye sesler yükseldi.

Kıbrıslı akrabaya çok şaşırdım, o bile bir beklentiye girmiş, kardeşim daha düne kadar size besleme diyen bu değil miydi? Kürt geline ne demeli, ben Müslüman Kürtleri severim derken, sizi bölmeye çalışan o değil miydi? Baba mı hiç anlamadım, ya kırk yıllık işçisin, bu adam mahalleyi haraca bağlamış, işverenlere güllük gülistanlık bir düzen kurmuş, bak hala bu adamla bir yere gitmeye çalışıyor. Bu nasıl bir saflık anlamadım. Adam sizin örgütlerinizi aşağılıyor, yetkilerini elinden alıyor, siz halen ondan bir kapı açar diye beklenti içindesiniz.

Abartmış kaptan kameramanını da getirmiş, ne o canlı yayın ekibi mi de var?

Olur, her şey olur, baksana ortalıkta bir sürü haber kanalı var, kaptanın sözcülüğünü yapıyor. Haber TV görünümünde yandaş TV, en komiği de, herkes Müslüman görünümlü modern ayaklarına yatıyor ya ona bayılıyorum. Bizim evde karınca duası duvarda asılı diyenler ve benim annem de namaz kılardı diyerek, “doğan görünümlü şahin”e binmeye çalışanlar.

O da ne “yetmez yetmez ama” diye koşarak gelen, sivil toplumcu şimdi de AB’ci Murat, değil mi? Sosyalist görünümlü liboş deriz biz mahallede buna. Ama hakkını yememek lazım çok “birikim”lidirler bunlar, misal sosyalizmin bir alt yapı sorunu olmağını, sınıf çelişkisinin tali olduğunu “belge”lerle kanıtlamışlardır. Bu nedenle de kaptanın yanında yerlerini almaları hakları. Bir de ne demiş üstat; insan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Adam mahallemizin tek köşkünde yaşayan adam, herhalde böyle düşünecek. Ha birde Fransızca biliyor, ana dili gibi.

Türbanlı ablamızda geliyor oda binecekmiş bu araca, ben anlamıyorum bunları bizim bu kaptan on yıldır mahallenin haracını yiyor, ali kıran baş kesenlik yapıyordu ama türban meselesini bile çözemedi. Yine de türbanlı ablam bu doğan görünümlü şahine binmek istiyor. Yüzünde ki makyaj ve giydiği markalardan anlaşılacağı gibi o sadece türbanlı görünümünde bir kokoş…

Ben vazgeçtim bu piknik işinden açıkça söyleyeyim, diye düşünürken mahalleden bazıları göründü. Sosyal demokrat görünümlü milliyetçi Kemal, muhafazakar görünümlü ırkçı Bahçeli, komünist görünümlü ulusalcı gençler, sivil görünümlü apoletli Doğu, yıllardır mahallenin haracını yiye yiye semirmiş yurtsever görünümlü Amerikan uşakları, yıllarca ücretlerini dolar olarak almış ama şimdi ulusalcı olduklarını söyleyen, yandaş kontenjanı dolu olduğu için muhalefet görünümlü yalakalar. Sanat alanın elitist, ayrımcıları; solcu görünümlü kıç yalayıcılar.

Bunlar nasıl olmuş da bir araya gelmiş derken, mesele anlaşıldı bağrışmalarından, kaptanı indirip yerine geçmek istiyorlar.

Gözlerime inanamıyorum bu “doğan görünümlü şahin”e sahip çıkıyorlar. Biz götüreceğiz insanları pikniğe, diye bağırıyorlar. Kardeşler bu araba hiç birimizi alamaz görmüyor musunuz? Tekerler inmiş, motor yağ yakıyor. Bu araçla bir yere varılmaz, hele komünist arkadaşlar bu araç kapitalizmin aracıdır. İzmir de kapitalizmi seçen bu araç değil miydi? Bununla değil pikniğe aşağı mahalleye bile gidilmez. Yapmayın arkadaşlar. Bırakın şu arabaya sahip çıkmayı, siz ezilenlere, emekçilere sahip çıkın. Biz yeter ki bir arada yaşamaya, birlikte piknik yapmaya karar verelim, kendi aracımızı yaratırız. Yürüyerek de olsa gideriz, uzun yürüyüşler bizim işimizdir. Bu kendi bile olamamış araçlara binmeyelim, para üzerine kurulan bu düzenlere kanmayalım. Biz en güzel pikniği, Kürt, Arap, Acem, Ermeni, Rum, Türk ve bütün halklar olarak yapabiliriz yeter ki görünümlere aldanmayalım.

Kerterizi sınıf perspektifinden, emek sermaye çelişkisinden alırsak mutlaka bineceğimiz araç sınırsız ve sınıfsız bir dünyanın komün aracı olacaktır. Bu pikniğimiz yetmiş gün ya da yetmiş yılla sınırlı kalmayacak, sonsuza kadar yaşayacaktır.

Halaylı, horonlu, başkası değil kendisi olmuş insanlarla nice nice pikniklere…

DÜŞEN DÜŞLERİM 1


BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ










Bir “gemicik” düşünüyorum, kredi ile alınmış ama morgate değil. Uluslar arası sermaye ile bütünleşmiş, faiz oranı düşük bir kredi ile alınmış, bir “gemicik”. Bu “gemicik” aslında Nuh’un gemisidir. Yaşadığımız bütün olumsuzluklara rağmen bu “gemicik”, “ileri demokrasi” rüzgarının katkılarıyla, “muhteşem bir yüzyıla” bizi götüreceğine inanıyorum.

Okyanusa açılmak, “açılımlar” gibi uçsuz bucaksız denizlerde, kaybolmak gibi bir şeydir, aslında. Ama biz, nereye gideceğimizi ve kimlerle gideceğimiz biliyoruz.

Sizce “gemicik”de kimler olmalı?

Kolay değil, ta okyanusun öbür “taraf”ına gidecek. Uzun zaman alır bu süreç. “1. gemicik” mandacı zihniyete karşı gelmek adına, Adriyatik’te batmıştı.

Arap sermayesinin de, önemli katkılarıyla aldığımız “gemicik”de kimler olmalı? Gerçekten, bu çok önemli. Çünkü herkes kabul etmeli ki bu gemi “taraftarlara” ayrılmış bir “gemicik”tir. Biliyorsunuz ki okyanusun ötesinde, “bermuda şeytan üçgeni”ne takılıp, “gemicik”imiz batabilir.

İşte bu nedenle bu “gemicik”te; Müslümanlar olmalı ama “Müslümanlıkla kapitalizm örtüşmez” diyenler olmasın.

Aleviler olsun ama “devletin Alevisi olmayız, zorunlu din derslerine karşıyız”, diyenler olmasın.

Kürtler de olmalı ama “anadilinde eğitim isteyenler, özerklik, demokrasi, anayasal vatandaşlık isteyenler”, olmasın. TRT şeşe çıkanlar misal uygundur.

Solcular olsun ama statükocular olmasın, emeği düşündüğü kadar sermayeyi de düşünen, solcular olsun. Hala “sosyalizm, komünizm” diyenler olmasın, Allah aşkına.

Öğrencilerde olsun ama yumurta atanlar değil kesinlikle, jaguarı olanlar ya da en azından takım elbisesi olanlar olsun.

Memurlar da olsun ama işini bilen memurlar olsun.

Yavru vatan Kıbrıslılar da olsun ama beslemelerimiz olsun, bir Allah kuruşları olmayanlar olmasın, orada kamplarda, otellerde “on bin lira” verdiklerimiz misal olabilir.

İşçilerde olsun ama 4C, 4B yi kabul edecekler olsun.

Kadınlarda olsun ama turban taksınlar ya da turban takmasalar bile takanları, takmayanlar olsun ya da en azından kadının bu ülkede tek sorununun türban olduğunu düşünenler olsun.

Azınlıklarda olsun gemide, ama göstermelik kardeşliklere inananlar olsun. Halkların kardeşliği için, sınırların kalkması gerektiğine inanan azınlıklar olmasın misal.

İşadamları da olsun ama a-k-p şirketi dışında çalışanlar olmasın.

Hukukçularda olsun ama Kemalist elite karşı, İslamcı elitin HSYK da olmasını savunanlar olsun.

Sendikacılarda olsun ama sorun çıkaran, özelleştirmeye karşı çıkanlar olmasın.

Medya mensupları da olsun ama yandaş olanlar, huzur ve güveni bozanlar olmasın…

İşte Nuh’un “gemicik”i yani Mevlana’nın dediği gibi; “ne olursan ol yine de gel” dediklerinin hepsi, gemiciğimizde yerini aldı. Artık gemiciğimiz okyanusu aşıp, “bermuda şeytan üçgeni”ne takılmadan Pensilvanya ya varabilir. Kol saatlerinin çeşitleriyle dolu hediye sandığımızı Hoca Efendi’ye ulaştırabilir.“Gemicik”imiz böylece değil 2023’e, tam 3023’e kadar sorunsuz açıklara, açılımlara kavuşabilir.

Yok, eğer “gemicik”imiz de, belirttiğimiz insanların dışında birileri olursa, maazallah “gemicik”imiz,“bermuda şeytan üçgeni”nde, okyanusun dibini boylar.

Nedir bu, “bermuda şeytan üçgeni” ona bakmak gerek: Bir kenarı; “benim olmayan Kürtler” için çizilmiş KCK Operasyonu, bir kenarı; “statükocu Kemalistler” için çizilmiş Ergenekon, bir kenarı da; Devrimci Marksistler için çizilmiş, Devrimci Karargah Operasyonu.

İşte kim ki bu “gemicik”nin dışında kalır, bu şeytan üçgenindendir. Bunlar, ülkenin geleceğini karartmak isteyenlerdir. Bunlar A-K-P şirketimizin batmasına sebep olanlardır.

Her kim ki öyle davranır bizden değildir, “gemicik”e de binemez, o ZINDIKLAR.

Bu bir rüya değil, bu bir gerçek, hakikatse; “Ya bu “gemicik”e bineceğiz ya da üçgenin bir parçası olacağız”…


Haldun AÇIKSÖZLÜ

RED dergisi 2011 mart sayında çıkan yazım.